31 Mart 2011 Perşembe

Cinsel Tacize Karşı Çocuklar Nasıl Eğitilmeli?




Not: Kitabı okuyanlar arasından kitapta kadınların örtünmesi ve kendilerini gizlemesi gerektiği yönünde ifadelerin yer almasının rahatsız edici olduğunu söyleyenler oldu. Kitabın yazarı Adem Güneş, pedagoji mezunu bir uzmandır. Ancak dini hassasiyetleri yüksek bir insan olarak, bilimsel verileri İslam dini gözlüğünden değerlendirmektedir. Dolayısıyla kitabı almadan evvel "Bu yönde ifadelere açığım" ya da "Okurum ama sadece bilimsel verileri alırım" diye düşünüyor olmanız gerekir ki kitap içeriği sizi rahatsız etmesin.


Bu sorunun cevabını işte bu kitapta buldum: Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Pedagog Adem Güneş, "Çocuklarda Mahremiyet Eğitimi - Labirent", Salis Kitaplar, 3. Baskı. (http://www.ademgunes.com/?p=191)

Çok ayrıntıya girmeden, yeterli bilgi vererek yazılmış bir kitap. Akademik değil ama akıcı bir dili var.

Bu kitabı okumak beni rahatlattı, çünkü bugüne kadar kızıma karşı olan hareketlerimin doğru olduğunu gördüm. Ve kitap aynı zamanda da beni teşvik etti; bugüne kadar kızıma nasıl davrandıysam, bundan sonra da öyle davranmaya devam edeceğim.

Kötülüklerden kaçış yok ama en azından kızımı, kendisini koruyabilecek şekilde eğitiyorum. Ayrıca bir anne olarak olası bütün kötü ihtimalleri hesaplayıp, ona göre önlem alıyorum. Bundan ötesi artık benim ve kızımın kaderine kalıyor. Umarım kaderimizde güzellikler yazılıdır.

Şimdi bu kadar kötü haber arasında beni, kızıma doğru davrandığımı gördüğüm için, sevindiren bu kitaptan alıntılar yapacağım. Alıntılardan sonra kendi kişisel deneyimimi yazacağım. Ama şunu söylemek isterim ki benim parça parça yaptığım alıntılar kitabın tamamını okumayanlar için çok da anlamlı olmayabilir. Her annenin, öğretmenin ya da çocuk tacizine karşı duyarlı kişinin bu kitabı okumasını tekrar tekrar tavsiye ediyorum:
Adem Güneş, mahremiyet eğitimi verilerek çocukların tacizlerden korunabileceğini, mahremiyet eğitimi almamış çocukların ise kendilerine yönelebilecek tehlikelerden habersiz olarak kendilerini korumaktan aciz kalacaklarını söylüyor (s. 12-13).

Çocuğu tacizden koruyacağım diye nasihat edilmesinin "Aman, oğlum/kızım, dışarıda kötü adamlara dikkat et, seni alır kaçırırlar..." türü korku dolu nasihatlerin çocuğun ruhunda derin yaralar açılmasına neden olabileceğini ve çocuğun sosyal çevreden korkarak, içe kapanmasına neden olabileceğini belirtiyor (s. 13 ve s.31).

Yazarın söylediğine göre 7 yaşından önce çocukları tacize karşı "bilinç"lendirmek mümkün değil ama çocuğun cinselliğin ne olduğunu anlamadığı dönemde normal ve anormal davranışları ayırt edebilmesini ve tacize "bilinçsiz" olarak tepki vermesini sağlamak mümkün. Bunun adına "temel davranış refleksi" yani "haya duygusu" diyor (s. 12-13).

Temel davranış refleksi gelişmiş bir çocuk kendisine yönelecek bir tehlikeden -tehlike olduğunu fark etmese bile- ani bir refleks ile kendisini koruyabilir. Çocuk, kendisine yönelen anormal davranışın ne anlama geldiğini bilmese dahi ciddi rahatsızlık duyar ve o an o ortamdan uzaklaşmak ister. (s. 14)

Yazar, temel davranış refleksi denilen refleksin kişideki gelişimini şöyle izah ediyor:

İnsanın doğuşunda var olan reflekslerin varlığı gibi, sonradan kazanılan refleksler de vardır. Örneğin güneşli bir günde, yeşil bir parkta oturup güneşlenen birisi, parmaklarında hissettiği kıpırdanmanın sebebinin ne olduğunu anlamak için dönüp baktığında, elinin üzerinde bir örümceğin yürüdüğünü görse, ani bir refleks ile elini hızlıca sallamaya ve örümcekten kurtulmaya çalışır.
Örümcekten kurtulmaya çalışan bu kişinin refleksi doğuştan elde edilmiş bir refleks değildir. Doğuştan elde edilen refleksler, her insanda aynı sonuçları doğurur; sonradan kazanılan refleksler her insanda farklılık oluşturur. Örümceklerle yaşamaya alışmış birisinin kendi elinin üzerinde örümceği görmesi ile, örümceklerle içli dışlı olmamış birisinin örümceği vücudunda hissetmesi aynı tepkiye sebep olmaz. (s. 21)



Yazara göre temel davranış refleksi kazandırmanın yolları şunlar:
1. "Bedenim bana aittir" bilinci (s.35 vd.)
2. "İzin verirsem dokunabilirsin" bilinci (s. 39 vd)
3."Dokunulması yasak olan yerlerim" refleksi (s. 40 vd.)
4. "Fiziksel baskıya direnme" refleksi (s. 43 vd.)
5. "Vücudum görünmemeli" hissi (s. 48)
6. "Banyoda çıplak olunmaması" hissi
7. "Tuvalette benden başkası olmamalı" bilinci (s. 54)
8. "Soyunma ve giyinmede yalnızlık" ilkesi (s. 55)
9. "İzin verirsem, kabul edilirsin" ilkesi (s. 58 vd)
10. "Kim kimdir bilinci ve "Biz" bilinci genişletme (s. 60 vd)

7 yaşından sonraysa çocukların tacize bilinçli olarak karşı koyabilmeleri için çocuklarda tacize karşı "sosyal davranış becerisi" kazandırılmalıdır diyor yazar. Sosyal davranış becerilerinin kazandırılması için de şunları tavsiye ediyor:
1. "Öfke" tacizi önler / Öfkeyi, vicdan kontrol eder.(s.68 vd)
2. Çocuk "Hayır" diyebilmeyi öğrenmelidir. (s. 86 vd)

Şimdi yukarıdaki kalemleri tek tek inceleyelim:

1. "Bedenim bana aittir" bilinci (s.35 vd.)
Özetle; yeni doğan bebek kendisini yetişkinlerin kollarında rahat hisseder ama zaman ilerledikçe kendi bedeninin ve çevresindeki yetişkinlerden ayrı bir birey olduğunun farkına varır (s. 35). Anne babanın da bu süreci desteklemesi gerekmektedir. Bunun için anne babanın çocuğun vücuduyla ilgili yaptığı her tasarrufta çocuğun onurunu kırmamaya ve ondan izin almaya dikkat etmesi gerekmektedir. Çocuk ilk zamanlar kendisinden izin alınmasının anlamını kavrayamasa da zaman içinde izin alınmadan bedenine yapılan müdahaleleri hissedip, bu durumlardan rahatsız olur hale gelecektir.

Yazar bu durumlara örnek olarak altına kaçıran çocuğun pantolonunun öfkeli ve sert şekilde çıkarılması yerine "istersen pantolonunu değiştirelim" gibi bir ifade kullanılmasını ya da terleyen çocuğun atletinin aniden çıkarılmasındansa aynı şekilde izin alınarak çıkarılmasını göstermektedir.

Bu konuda ben kızıma karşı çok hassas davranıyorum. O istemediği sürece hiçbir zaman soymuyorum ya da giydirmiyorum. Bir ara soyunurken tepki vermeye başladı. Sakin sakin yaklaşınca anladım ki kıyafetinden başı çıkarken korkuyor, nefessiz ve karanlıkta kalıyormuş gibi oluyor. Ben de ona ne yaptığımı anlata anlata, önce kıyafetinin kollarını çıkartıp sonra kıyafetin yakasını genişleterek yüzünü açıkta bırakacak şekilde kafasından çıkarmaya başladım. Kızımın onurunu zedeleyip ona öfkelenerek kıyafetlerini çıkartmaya çalışsaydım şu anda aramızda ciddi bir sorun olacaktı bu husus. Ayrıca bu kitabı okuduktan sonra fark ettim ki eğer böyle yapsaydım kızım kendini önemsiz hissedecekti ve başkalarının da hoyratça kıyafetlerini çıkartmasına korkusundan karşı duramayacaktı belki de... Aynı şekilde bazen kızım altında bezi yokken çişi geldiğini belli ediyor. "Tuvalete gidelim mi?" diye soruyorum. Oyuna devam etmek istediği için "I-ıh" diye itiraz ediyor. Ben de altını ıslatacağını bildiğim halde ısrar etmiyor "Peki, kızım" diyorum. Kitabı okuduktan sonra çok doğru davrandığımı fark ettim. Fazladan çamaşır ve ütü çıkar ama kızım kendi istemediği sürece zorla hiçbir yere götürülmeyeceğini ve kendi isteklerinin önemli olduğunu öğrenmeli.



2. "İzin verirsem bana dokunabilirsin" bilinci (s. 39 vd)

Burada da kendi bedeninin farkına varmış olan çocuğun, kendi bedeni üzerinde söz hakkının olduğunu bilmesi amaçlanmaktadır. Yazarın deyimiyle çocuklara karşı "hoyratça" davranılmamalıdır. Yazarın beni çok etkileyen bir cümlesini buraya olduğu gibi almak istiyorum: "Her ne kadar çocuklar kendilerinin çocukları da olsa, çocukların ayrı bir dünya geliştirdiği ve ayrı bir yaşam sürecine hazırlandıkları asla unutulmamalıdır."

Bu bilincin oluşması için yazarın tavsiyesi 4 yaşından itibaren çocuğun (bazen) kendisinden izin alınarak öpülmesidir. Yazar bunun nedenini şöyle açıklıyor: "Çocuğun güçsüz bedeninin, herkes tarafından izinsiz kullanılmasının, çocukların kendi bedenlerini koruma refleksini kıracağı unutulmamalıdır."
Ben bu hususa kızım doğduğundan beri dikkat ediyorum. Huzursuz olduğunu hissettiğim anda kimsenin öpmesine, mıncıklamasına, orasına burasına dokunmasına izin vermiyorum. Bazen babası bile oyun esnasında kızını fazlaca sıkıştırdığını fark etmiyor, hemen uyarıyorum. Rahmetli anneannemin güzel bir lafı vardı: "Acızlandırma çocuğu" derdi. Sıkça kullanıyorum bu lafı. Şimdi kızım 18 aylık. Asla ve asla kendisi izin vermeden kimseye öptürtmüyor kendini. Karşısındakini itiyor ve "aaaaaaaa" diye bağırıyor. Bu durum benim çok hoşuma gidiyor ve etrafımdakiler de bir anlam veremiyorlar. Anlam veremeyen herkese bu kitabın, bu bölümünü okutacağım.


3."Dokunulması yasak olan yerlerim" refleksi (s. 40 vd.)

4 yaşından itibaren çocukların belli bölgelerine dokunulması çocuklarda ani tepkiye neden olmalıdır diyor yazar. Bunu sağlamak için de 4 yaşından itibaren çocukların genital bölgelerine olan harici temasın olabildiğince azaltılmasını öneriyor. Bu konuda herkesin elbirliği ile hareket etmesi gerektiğini, akraba ve tanıdıklar tarafından çocuğun cinsel organlarına dokunularak, öpülerek, vurularak sevilmesine müsaade edilmemesi gerektiğini de vurguluyor.

Şahsen tuvalet alışkanlığının erken dönemde kazandırılmasının bu yönde de bir faydası olduğunu düşünüyorum. Kızım doğduğu andan itibaren altını benden ve babasından başka kimsenin değiştirmesine izin vermedim. 12. aydan itibaren kakasını tuvalete yapmaya başladı. Bu durumda da poposunu ben, babası, bakıcı ablası, anneannesi, yengesi ve amca kızı dışında kimsenin yıkamasına veya silmesine izin vermedim. İşin garibi, kızım da izin vermiyor. Daha bebekken bile altını kimsenin değiştirmesine izin vermez, tepkisini ağlayıp kıvranarak gösterirdi. Şimdi ise açıkça tercihini belli ediyor. Ben veya babası yanındaysak başkasının tuvalete götürmesini istemiyor. Hele hele yabancı biri olduğunda kesinlikle utanıyor, tuvaletini yapmaktan bile vazgeçebiliyor. Daha 18 aylık... Sanırım doğru yoldayım...

Kızımın dokunulması yasak olan bölgelerine temizlemek kaygısıyla zorla dokunmuyorum. Banyoda bile sadece su tutarak temizliyorum yada köpüklü su yaparak çocuk küvetinin içine oturtuyorum. Süngerle ya da lifle bile olsa o bölgelerine temas etmedim, etmiyorum. Gerekirse banyo sonrası kremleme yaparken ıslak mendil ile olabildiğince az temas ederek gerekli temizliği yapıyorum.

Ama cinsel organının ellenmemesi gereken, ayıp ya da pis bir bölge olduğunu da düşünmesini istemem elbette. Bu nedenle yaklaşımım hiçbir zaman ona hissettirecek şekilde olmadı. Kızımda vajinal yapışıklık olduğu için çok uzun bir süre hemen her hafta yapışıklığa müdahale etmemiz gerekti. O nedenle vajinanın da tıpkı eli kolu gibi gerektiğinde ve izin verdiğinde ellenebilen, izin vermediğinde ve rahatsız olduğunda ise asla ellenilmeyecek, tıpkı vücudunun diğer organları gibi bir organ olduğunu biliyor artık.


4. "Fiziksel baskıya direnme" refleksi (s. 43 vd.)

Burada da yazar özetle, büyüklerin gücünün farkına varan çocuğun kendi güçsüzlüğünü ve çaresizliğini keşfedeceğini söylüyor. Büyüklerin ise bazen fark etmeden de olsa çocukların üzerinde güç gösterisi yaparak, çocukların bu duygularını körüklediklerinden bahsediyor. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak çocuk, kendisinden büyük birinden kaçılmayacağını hafızasına yazıp, kendisini bu büyük kişiye teslim ediyor. İşte tacizci için hazır bir av! Çırpınmaya ve tacizden kaçmaya çalışmıyor bile... Bu nedenle çocukla oyun oynarken güç gösterisinden kaçınılması gerektiği gibi, ceza olarak da güç gösterisinde bulunulmamalı, ayrıca dışarı çıkmak istemeyen çocuk, isteği hilafına sürüklenerek bir yerlere götürülmemelidir. Çocuğun istemediği durumlara karşı gösterdiği fiziksel direnç asla kırılmamalı ve çocuğa direncinin işe yaradığı bizzat yaşatılmalıdır (s.44).

Biz fark etmeden bu maddeye uygun oyunlar oynamışız: Örneğin kızım daha yürüyemezken babasıyla salıncakta bir oyun oynuyorlardı; babası salıncağın hizasında yere çömelip salıncağı itiyor, salıncak geri gelince kendine hafifçe çarpmasını sağlıyor, sonra da abartılı bir tepki ile geriye doğru düşme numarası yapıyordu. Kızım bu oyuna kıkır kıkır gülerdi, gerçi hala gülüyor. Çok doğru bir oyunmuş. Aynı şekilde şimdi de babası halının üzerine oturup "Hadi, beni it" diyor. Kızım da babasını omuzundan itiyor. Babası geriye doğru düşüp, halıya boylu boyunca uzanıyor. Sonra da "Beni kaldırır mısın kızım?" diye elini uzatıyor. Kızımın minicik eli ile babasının elini tutup kaldırışını ve bunu yaparken suratındaki böbürlenme ifadesini görmelisiniz. Faydalı bir oyun daha... Veee son olarak kızımla yakalamaç oynuyoruz ama asla yakalamıyoruz :) Kızım kaçıyor, kaçıyor, sonunda evin bir köşesinde sıkışıyor. Onun geçebileceği bir alan bırakıp ona dokunamayacağımız uzaklıkta yere çömeliyoruz. Yorulmuşsa kıkırdayarak kollarımıza atılıyor, yok oyuna devam etmek istiyorsa ona bıraktığımız boşluktan kendince sıvışarak koşmaya devam ediyor. Bu da çocuğa, dilerse kendinden büyük birinden kaçabileceğini öğretmek açısından güzel bir oyun. Kızımla asla kendisini güçsüz hissettirecek oyunlar oynamıyoruz, zaten çocuk kendi yaşantısına egemen olamayacak kadar güçsüz olduğunun farkında, tam tersine onu bizden güçlü gösteren oyunlar oynuyoruz.

Son olarak bir de şu noktaya değinmek isterim: Kızımı asla ve asla yemek yemesi için zorlamadım, ağzına kaşık tıkmadım. Hiçbir şey yemek istemediği zamanlar oldu, kuru yemiş, domates veya mandalina yedirip yatırdım ama asla ve asla onun kendisini karşımda güçsüz hissedebileceği şekilde ağzına yemek sokmaya çalışmadım. Tam aksine o istemediği zaman benim ona zorla hiçbir şey yaptıramayacağım duygusunu sindirmesi için uğraştım ve son derece de başarılı olduğumu sanıyorum. Bu arada kızımın hiçbir yeme sorunu olmadı ama zorlanan çocukların yeme sorunlarının hiçbir zaman bitmediğini de annelerinden duyuyorum.


5. "Vücudum görünmemeli" hissi (s. 48)

Bu noktada "vücut" tanımını iyi yapmak gerektiğini düşünüyorum ben. Zira aklımda hep bir kare var: 1999 depreminde göçük altından bir kadın çıkarıyorlar. Kadın bir itfaiyecinin kucağında ve yarı baygın. Kameralar o sırada kadına odaklanıyor ama kadının bunun farkında olduğunu sanmıyorum. Benim dikkatimi çeken kadının o pozisyonda bile sıyrılan eteğini çekiştirerek bacağını kapamaya çalışması oldu. Muhafazakar insanlar bu tepkiyi çok doğru bulabilirler ama ben çok hüzünlenmiştim. İçimden "Göçük altından çıkıyorsun, yarı baygınsın, her tarafın kir ve kan içinde kim sana bakar ki? Ayrıca hayatın kurtulmuş, ölümden dönmüşsün, göçük altında işkence gibi saatler geçirmişsin, isterse 1000 kişi baksın o bacaklara ne fark eder?" demiştim. Japonya depremi sırasında da başını dizlerinin arasına alıp oturmuş etekli bir kız resmi çekmişti dikkatimi. Eteği bacaklarının sonuna kadar sıyrılmıştı ve ağlıyordu. O fotoğraf tüm dünyada yayınlanmış ama kimsenin kızın bacaklarına dikkat ettiğini sanmıyorum. Dikkat eden olmuşsa bile o kızın umurunda olduğunu, bunu kendine sorun ettiğini sanmıyorum.

Ben kızımın istediği sürece ev içinde çıplak dolaşmasına izin veriyorum. İsterse denize de çıplak sokuyorum. Ama evde misafir yani aile dışından yabancılar varken ya da ev dışında çıplak gezilmeyeceğinin farkında, özel olarak da anlatmaya gerek yok, zaten biz nasılsak o da bizi örnek alarak davranıyor. Benim çıplak gezmediğim bir ortamda kızım da çıplak gezmiyor elbette... Önemli olan kiminleyken, hangi ortamda, nasıl olunabileceğini öğrenmesi...


6. "Banyoda çıplak olunmaması" hissi

Ben 3 yaşına kadar babamla yıkandım. Babamla paylaştığım en mutlu anlardı. Kızım da aynı şekilde babası ile yıkanıyor. Benim duyduğum mutluluğu, onun da yaşamasını istiyorum. Ayrıca örneğin bir süre yaşadığım Rusya'da aile üyelerini çırılçıplak hamama girmesi sık rastlanan bir olaydır. Çocukların yaşı kaç olursa olsun anne babalarının yanında soyunup giyinmesi hiç yadırganmaz. Rusya'da cinsel tacizin diğer ülkelerden daha çok olduğu yönünde bir istatistiğe rastlamadım. Anneannemin vefat edene kadar annemi keselemeye bayıldığını da hatırlıyorum. Eski zamanlarda kadınların ya da erkeklerin hamamlarda toplu halde çıplak bulunmaları ülkemizde de yadırganmazmış. Kayınvalideler müstakbel gelinlerini hamamlarda seçerlermiş. Hatta erkek çocuklar da uzun süre anneleri ile hamamlara giderlermiş ki artık büyümüş erkek çocuğu için anneye "Hanım, hanım kocanı da getir bari." dendiği de rivayet edilir :)

Bu nedenlerle kızımın kendini rahat hissettiği sürece banyoda da çıplak olmasına ben müdahale etmeyeceğim. Önemli olan çocuğun ne hissettiğidir. Eğer çocuk bir noktada kendisini sıkıntıda hissederse herhalde beni banyodan çıkartır zaten.


7. "Tuvalette benden başkası olmamalı" bilinci (s. 54)

Bazı durumlarda insanın yalnız kalması gerektiğini çocuk da anlamalı. Çocuk tuvalette yalnız kalmaktan korkuyor diye kapıyı açık bırakmayı ya da anne tuvaletteyken kapının açık bırakılmasını yazar doğru bulmuyor. 4 yaşını bitiren bir çocuğun tuvaletin özel bir mekan olduğunu bilmesi gerektiğini söylüyor. Kızım şu an 18 aylık ve birkaç denemeden sonra "Anne şu anda tuvaletini yapıyor ve tuvaletini yaparken içeri girilmez"in anlamını öğrendi. Gelip kapıyı tıklatıyor, "Buradayım annecim, tuvaletimi yapıyorum" deyince de salona dönüp oynamaya devam ediyor. Çıkar çıkmaz yanına gidiyorum ve o da bu duruma alıştı. Ama eğer benimle girmek için ısrar ederse reddetmiyorum. Ama olabildiğince kapalı durmaya özen gösteriyorum. Uzun kıyafetlerle alafranga tuvalete oturunca zaten salondaki koltukta oturmaktan bir farkı da kalmıyor. Yanımda olmasının beni rahatsız ettiğinin ve aslında orada olmaması gerektiğinin farkında olması da bana şimdilik yeterli gibi geliyor.

Kızım şu anda 4 yaşına yaklaştı. Çişini yaparken rahatsız olmuyor ama kakasını yaparken muhakkak tuvalette yalnız kalmak istiyor ve hatta tuvalet kapısının kapalı olmasına da çok dikkat ediyorum. Ben çocuğa eğitim verilirken asla zorlanmasından yana olmadım. Örnek olmak ve o anda ne hissettiğimi anlamasını sağlamak yeterli diye düşünüyorum. Çocuğu tuvalete almamak için kapı önünde ağlatsaydım belki olumsuz bir sonucu olabilirdi. Ama şimdi 4 yaşında ve tuvalette yalnız kalınması gerektiğini kendiliğinden öğrendi.


8. "Soyunma ve giyinmede yalnızlık" ilkesi (s. 55)

Buradaki ana hedef çocuğun, kendi bedenini izleyen birisinden rahatsız olmasıdır. Böylece çocuk yavaş yavaş, tüm bedeninin "özel" ve korunmaya değer olduğunun bilincine varacaktır. 4 yaşında bir çocuk kendi kendine giyinip soyunamayabilir. Bu durumda ise anne babanın çocuğa ayrı bir odada yardımcı olması mümkündür. Bundaki amaç çocuğun kendi bedeninin açık bir ortamda ve birilerinin görebileceği şekilde sergilenemeyeceğinin refleksinin kazandırılmasıdır.

Kızım doğduğu günden bu yana hiçbir zaman onu dışarıda tamamen soymadım. Tatilde bile altını değiştirmemek gerektiğinde (ki 9 aylıktı) havluya sararak bezini çıkardım. O zamanlar bunu bilinçli olarak yapmıyordum, çocuğun bundan bilinçsizce de olsa bir şeyler öğrenebileceğini düşünmüyordum. Sadece içimden öyle geliyordu. Ama sonuç olarak kızım tüm vücudunun özel olduğunu ve o istemediği süre kimsenin vücuduna müdahale edemeyeceğini öğrenmiş oldu. Şimdi kendisini rahat hissediyorsa çıplak gezebiliyor, rahat hissetmediği zaman da hemen tepkisini gösterebiliyor.


9. "İzin verirsem, kabul edilirsin" ilkesi (s. 58 vd)

Anne çocuğun ihtiyaçlarını karşılarken ondan onay ya da izin alma ihtiyacı hissetmez ama çocuk 4 yaşına girdiğinden itibaren zaman zaman odasına girerken kapısı çalınıp izin alınmalıdır. 7 yaşından itibarense kapısı çalınmadan asla odasına girilmemelidir. Kapıyı çalıp odasına girdiğinizde çocuğun çıplak bedeni ile karşılaşırsanız, çocuğun özel dünyasına saygı gösterdiğinizi belirtir şekilde hemen özür dileyip kapıyı kapatmalısınız. Çocuk kendi kendine giyinemiyorsa ondan izin alıp odasına girdikten sonra "istersen ben yardım edeyim" diyerek çocuktan izin alınmadan çocuğun kıyafetlerine el atılmamalıdır. Gideceğiniz yere geç kalıyor olmanız, çocuğunuzun terbiyesinden daha önemli olamaz. Aynı hassasiyeti evinize giren herkes göstermelidir.

Böylece hem çocuk kişiliğine saygı duyulmasını talep etmeyi hem de rahatsız olduğu bir durumda itiraz edebilme becerisini elde etmiş olacaktır.

Şahsen ben kızımdan izin almadan onun üstünü değiştirmiyorum. Elbette henüz çok küçük, konuşarak anlaşmak zor. O yüzden ben açıkça izin almak yerine, ona yapacaklarımı önceden anlatmak yolunu seçiyorum. "Bak üstün ıslandı. Şimdi gidip odandan kuru kıyafetler getireceğim ve üstünü değiştireceğiz". "İşte yeni kıyafetlerini getirdim. Şimdi bana sağ elini ver, birlikte çıkartalım" gibi...


10. "Kim kimdir bilinci ve "Biz" bilinci genişletme (s. 60 vd)

Bir çocuğun, bir yetişkinin kendisi için tehlikeli olup olmayacağını anlayabilmesi ancak 7 yaşından sonra mümkündür, hatta tehlikenin büyüklüğünü ancak 14 yaşından sonra anlayabilir diyor yazar. Bu nedenle 4 yaşından küçük çocuğa güvenebileceği kişiler tanıtılırsa, bu güven çemberi dışında kalan kişilere karşı bilinçsizce bir refleksle kendisini koruması sağlanmış olur.

Çocuk çevresindeki kişilerle belli kategoriler içerisinde yakınlık kurmayı öğrenmelidir. Örneğin babasının kardeşi olan amca ile bakkal amcayı ayırabilmelidir. Ben bunun için amcaya gittiğimizde özellikle vurgu yaparak "Amcaya geldik, amcaya geldik" diyorum. Diğer kişiler içinse "X amca, Y amca" diyorum. Tahminimce çocuk sesimin vurgusundan, tonlamadaki sıcaklıktan bile babasının kardeşi olan amcanın diğerlerinden farklı ve daha güvenilebilir olduğunu anlıyordur. Adem Güneş bunu "Birisine güven sınırı en üst noktada bulunmalı, diğerine ise sınırlı güven duymalıdır" diye özetliyor.

Çocuğun güven duyacağı kişileri kategorize ederken uygulanacak yöntemi Adem Güneş ayrıntılı olarak anlatıyor. Psikogenetik kapılardan bahsediyor. Ben ayrıntısına girmeyeceğim. Özetle baba, anne, amca, dayı, teyze, hala, dede ve nineler en üst düzeyde güven duyulacak kişilerdir. Bunların dışındaki kişiler sınırlı güven duyulacak kişilerdir. Bu ayrımı tehlikeli ya da tehlikesiz kişiler olarak görmemek gerekiyor diyor yazar. Sınıflandırma bu kişilerden zarar gelmeyeceği ya da bu kişiler dışındakilerden zarar geleceği anlamına gelmiyor. Sadece çocuğa kendisini korumasını öğretmeye çalışıyoruz.

Çocuk bu kişileri "ailesi" olarak görmeli ve irtibatı en yüksek noktada tutmalıdır. Bu duygunun, çocuğun kendisini hayat içerisinde güvenli hissedebilmesi açısından da önemli olduğunu düşünüyorum.

Adem Güneş, çocuğun daha ilk yaşlardan itibaren  aile olarak gördüğü ve "biz" sınırı içindeki bu kişilerle sıkı iletişim içerisinde olması gerektiğini özellikle vurguluyor. Dayı, teyze, hala, amca, dede ve nineler özellikle ziyaret edilmeli, iletişime büyük önem verilmeli ve çocuğun bu kişilerle ilişkisine sekte vurulmamalıdır. Adem Güneş'in bir cümlesini de buraya olduğu gibi almak isterim: "Bu kişilerin çocuk terbiyesinde emniyet sigortası rolü üstlendiği asla unutulmamalıdır."

Yine de eklemeden geçemeyeceğim, "biz" sınırı içerisinde kalan aile bireyleri tarafından çocuğun tacize uğraması da mümkündür. Çocuğun bu durumda "Amcamla babamın arası bozulur" diye susması da olasıdır. Çocuğa her zaman "Kendisinin önemli ve değerli olduğu, diğer her türlü sorunun ise çekirdek ailenin desteği ile aşılabileceği" duygusu verilmelidir. Çocuk başına her ne gelirse gelsin bunu annesine anlatabileceğinden ve anlattıktan sonra aşırı bir tepki ile karşılaşmayacağından, kendisinin soğukkanlı ve akıllıca korunacağından emin olmalıdır. Çocuğa hiçbir zaman "Sana bir şey olursa ben ölürüm" ya da "Sana zarar veren olursa kafasını kırarım" gibi sözler de söylememek lazım. Zira benim çevremde gördüğüm taciz vakalarında çocuk çoğunlukla "Bunu söylersem annem yıkılır" ya da "Bunu söylersem babam katil olur" gibi düşüncelerle susuyor. Çocuğa her ne olursa olsun anne babanın kuvvetli ve arkasında olduğu ve sorunları akıllıca ve sakince çözebileceği hissettirilmelidir.

7 yaşından sonra çocuğa verilecek bilinçli eğitime ilişkin olan kısmı ise artık bir zahmet kitaptan okuyuverelim :) Zaten kitabın hepsini baştan sona okumak gerekiyor ki benim burada özetlediğim bilgilerin temeli anlaşılabilsin. Bu nedenle bu kitabı, kütüphanemin anne bebek bölümüne özenle yerleştiriyorum.

Çocuk tacizi ile ilgili son olarak bir de benim eklemek istediğim bir nokta var: Bence önemli olan çocuğa vücudunun kapalı olması gerektiğini öğretmekten ziyade nerede, ne zaman, kiminleyken kapalı olması gerektiğini öğretebilmek. Kapalı olmasından da maksat, dokunulmaz olduğunun karşıdaki kişiye vurgulanmasıdır. Ayrıca bir diğer önemli nokta, organ ayırt etmeksizin tüm vücudunun özel olduğu ve kimsenin o izin vermeden kendisine dokunamayacağı fikrini kafasına yerleştirebilmek. Kızım şu anda yanağından makas alındığında bile çığlık çığlığa bağırarak tepkisini gösteriyor ve hemen yanıma kaçıp, bana kişiyi şikayet ediyor. Kitapta, çocuğun öfkesinin bastırılmaması gerektiğine ilişkin bölüme değinmedim ama bence çok değerli. Çünkü modern toplumlarda hep öfkenin bastırılması ve gösterilmemesi gerektiğini öğretiyoruz. Ben öyle yapmadım, kızım eğer birine sinirlendiyse öfkesini muhakkak gösterir. Eğer kendisine müdahale varsa, o da karşı müdahalede bulunur. Birisi zorla kucağına almaya çalışırsa tepinir, tekmeler, iter, bağırır ve karşı koyar. Asla "Ayıp kızım, üzülür bak teyze" filan demedim. Eğer kızımın, kendi vücudunun ona özel olduğunu anlamasını istiyorsam, öncelikle herkesin bu "özel" vurgusuna hassasiyet göstermesi gerekiyor, izin almadan kızımı kucaklamaya kalkan da sonuçlarına katlanır :) Ayrıca kızımıza hiç kimseden yiyecek kabul etmemesi gerektiğini de öğrettik. Eğer canı çekiyorsa, bizden izin aldıktan sonra kabul ediyor. Bu nedenle çocuğa şeker, çikolata vs gibi çekici gelebilecek yiyecekleri yasaklamadım. Kendim en kalitelerinden evde sürekli bulunduruyorum. Canı istediğinde en lezzetlisini yiyebileceğini bilen çocuk zaten bir başkasının teklifini cazip bulmuyor.
Tüm bunların dışında anne olarak gözüm her zaman kızımın üstüne. Olası tehlikeleri öngörüp, ona göre tavır almaya çalışıyor. Herkesin her hareketini ince eleyip sık dokuyorum. Kızım bana emanet ve o kendini koruyabilecek yaşa gelinceye kadar ben elimden gelen en iyi şekilde onu koruyacağım. Herkes kendinden mesuldür. Ben babasına karşı bile kızımı korumalıyım, aynı şekilde babası da benim hareketlerimde bir dengesizlik hissederse kızını koruması gerektiğini bilmelidir. Kızıma gerekli eğitimi verip, gerekli koruma önlemlerini de aldıktan sonra gerisine artık alın yazısı demekten başka çare kalmıyor.

Umarım tüm çocukların pırıl pırıl bir alın yazısı olur...

30 Mart 2011 Çarşamba

Fakir (ve babasız) çocukları ücretsiz okutan bir okul var mı? Darüşşafaka nedir?



Var, Darüşşafaka... Benim babam Darüşşafaka mezunu ve ben anne tarafımdan Köy Enstitüleri'ne, baba tarafımdan da Darüşşafaka'ya çok şey borçluyum bugünüm için.

Çevrenizde babasız, yoksul ve başarılı ilkokul öğrencileri varsa Darüşşafaka'dan haberdar edin:

Darüşşafaka, her yıl babasını kaybetmiş, ilköğretim 3. sınıftan 4. sınıfa geçen öğrencilere ulaşarak onları sınavına davet ediyor. Sınavlar sonucunda 120 çocuk tam burslu ve tam yatılı olarak okula girmeye hak kazanıyor.

Geçtiğimiz yıl 30 ilde sınav tanıtımı ve 20 il merkezinde sınav yapıldı. Türkiye genelinde 13.325 babasını kaybetmiş 3. sınıf öğrencisine tek tek ulaşıldı, sınavı kazanan 120 öğrencimizin %66’ sı Anadolu’ dan, % 34’ ü ise İstanbul’ dan oldu.

Bu yıl yeni çocuklarımızı aramıza katmak için 29 Mayıs’ta 20 sınav merkezinde sınavımız gerçekleştirilecektir. Sınava ilişkin detaylı bilgiler Cemiyetimiz ve Okulumuz web sayfalarında da yayınlanmaktadır. http://www.darussafaka.org/v/1810 ve http://www.darussafaka.k12.tr/ 
Amacımız, her sene daha çok öğrenciye ulaşmak ve yaşamlarını değiştirmek.

Darüşşafaka Cemiyeti
0212 276 5020/484

ÖZEL DARÜŞŞAFAKA İLKÖĞRETİM OKULU ADAY ÖĞRENCİ KAYIT ŞARTLARI
KAYIT BAŞLANGICI: 03 OCAK 2011
KAYIT BİTİMİ: 25 MAYIS 2011
SINAV GÜNÜ: 29 MAYIS 2011
SINAV SAATİ: 10:00

ADAYLARDA ARANAN KOŞULLAR

1) T.C vatandaşı olması,
2) Babasının hayatta olmaması,
3) Ailesinin maddi durumunun öğrenimini sürdürmesine yeterli olmaması,
4) 2001 ya da daha sonraki tarihlerde doğmuş olması, (Yaş düzeltmesi geçersizdir)
5) 2010–2011 Eğitim-Öğretim yılında üçüncü sınıf öğrencisi olması,
6) Sağlık ve diğer yönlerden yatılı okula kabulüne sakınca bulunmaması,

ADAY KAYDI İÇİN GEREKLİ BELGELER

1) Adayın okumakta olduğu İlköğretim Okulu Müdürlüğü'nden alınacak ve 3. sınıf öğrencisi olduğunu kanıtlayan imzalı ve mühürlü belge. (Okul karnesi kabul edilmez)
2) Nüfus Cüzdanı fotokopisi.
3) VUKUATLI AİLE NÜFUS KAYIT ÖRNEĞİ (Suret, fotokopi, muhtar belgesi, ölüm tutanağı kabul edilmez.)
4) Adayın (2) adet yeni çekilmiş vesikalık fotoğrafı.
5) Başvuru formu

NOT: Kayıt için istenen belgelerin dikkatle kontrol edildikten sonra ÖZEL DARÜŞŞAFAKA İLKÖĞRETİM OKULUNA EKSİKSİZ OLARAK ULAŞTIRILMASI gerekmektedir.

Sınavı kazanan öğrencilerden YATILI OKULA KABULÜNE ENGEL OLMADIĞINA İLİŞKİN HÜKÜMET DOKTORLUĞU VEYA SAĞLIK OCAĞI'NDAN RAPOR getirmeleri istenecektir. Adaylar ayrıca okulumuzda sağlık kontrolünden geçirilecektir.

28 Mart 2011 Pazartesi

17 aylık bebek termal havuza girebilir mi?

Evet, girebilir.

Son tatilimizi Yalova, Termal bölgesine yaptık. Daha önce bir de Bursa'da termal deneyimim olmuştu. Bursa'daki termal suyun sıcaklığı 50 dereceyi buluyordu. Yalova'daki ise en fazla 30 dereceydi sanırım. Hiç rahatsızlık vermediği için sormak aklıma gelmedi. Ama havuza dalıp gözlerimi açabiliyordum. Bu nedenle kızımı sokmakta da bir sakınca görmedim. Zaten kaldığımız otelde, yukarıda gördüğünüz büyüklere ait havuzun yanına iki adet de küçükler için yapılmış 50 cm derinliğinde havuz vardı. Bu havuzların derinliği az ve üstleri de açık olduğundan su ısısı da daha düşüktü. Kızım bu havuzların içinde kendi yaşıtlarıyla gönlünce eğlendi. Elbette biz de onunla beraber havuza girdik. Zira henüz bir havuzda yalnız bırakılabilecek kıvamda değil kendisi...

17 aylık bir bebek ile nasıl uzun mesafe gezisi yapılır diye gezimizi de kısaca anlatayım:

Sabah uyandık. Kızımı emzirdim ve yola çıktık. Eskihisar - Topçular feribotuna bindik. Kızım feribotu turlarken, biz de peşinde turladık durduk. Feribotta kızımın dişine uygun pekçok arkadaş vardı:


Kızım ilk defa martıları bu kadar yakından gördü:

Yalova'dan Ege'ye doğru giderken sağ tarafta kalan Sepetçioğlu'nda kahvaltımızı yaptık. Artık bizim için bu bir klasiktir, oraya uğramadan edemeyiz. Kahvaltısı müthiştir:


Bu sefer kızım da kendi kendine kahvaltı edebiliyordu. Ayrıca oyun alanında da vakit geçirebildi:



Daha sonra kızım kısa bir öğlen uykusu uyurken biz de otelimize vardık:Yalova'nın Termal bölgesindeki Termalium Otel.


Otelde çoğunlukla aileler ve yaşlı çiftler vardı. Otele sadece termal havuza girmek için gelindiğinden, o soğuk havada bile otelin içi çok çok sıcaktı. İnsanlar havuzdan çıktıktan sonra otel tarafından verilen bornozlarla asansörlere binip odalarına çıkıyorlardı. 


Otelde çoğunlukla çocuklu aileler kaldığından, giriş katına çok hoş ve temiz bir oyun odası yapmışlar. Hatta kızım gece uyuyamayınca odanın açık olduğunu fark edip sabahın üçünde de bu odada oynamışlığımız vardır. O saatte bile bize sıcak davranan, kızım için yemek saati dışında elma rendeleyip bize servis eden vs vs otel elemanlarına da tekrar teşekkür ediyorum. Odanın tek sorunu tüm oyuncakların plastik olması sebebi ile fazla elektiriklenme yaratmasıydı. Ama kızım çok eğlendi orada, hatta neredeyse hiç çıkmak istemedi odadan.



Otelin yakınında (yürüme mesafesi olarak 30 dakika kadar sürebilir, Yalova il merkezine 12 km uzaklıkta) ünlü Yalova Termal Kaplıcaları ve içerisinde de Atatürk Köşkü var (Gittiğimiz tarihte tadilatta olduğundan resimlerini koyamıyorum). Termalin merkezi olan bu bölgeyi gezmeden olmaz diye, ağaçların arasında uzun bir yürüyüş yaptık. Karnı acıkan kızım için bölgenin ortasında bulunan küçük bir restoranda çorba ısmarladık:


Bu derenin kenarına minik bir buhar deliği yapmışlar. Gelen insanlar termalin şifasından yararlanmak için kafalarını bu deliğin içerisine uzatıp yüzlerine buhar banyosu yaptırıyorlardı. O soğuk havada bile buhar banyosu yapmış, kıpkırmızı yüzlü insanlar vardı etrafta :)


Konuyla ilgisi yok tabii ama Yalova'ya kadar gitmişken Bursa'ya uğrayıp Uludağ'a da çıkalım dedik. O tarihte henüz İstanbul'a kar yağmamıştı ve ben Mart ayında kar yağacağını da düşünmediğimden "Kızım bu sene karı göremeyecek" diye üzülüyordum. Çocukla birlikte tırmanmak zor olur düşüncesiyle arabamızı Çekirge'de bırakıp taksi ile yukarı çıktık, oysa yollar tertemizdi. Bir dahaki gidişimizde kendi arabamızla gelelim muhakkak diye düşündük. Tepedeyse kızımın mutluluğu görülmeye değerdi:





Veee kızım ilk defa sahlep içerek kendinden geçti; o kadar sevdi ki sahlebin tadını köpük bardağın kenarını ısırıp yemeye kalktı:



Dönüşte iskender yemeden olmazdı tabii... Yol üzerindeki bir dinlenme tesisinde Kebapçı İskender var. Bursa merkeze girmeden, oraya uğrayıverdik.

Resimde görüldüğü gibi kızım yarım porsiyon iskenderini yerken, yanında da ayranını içiyor :)

Restoranın tuvaleti çok temizdi. Hatta tuvalette kadınlar için özel olarak ayakta işemek üzere geliştirilmiş bir aletin satın alma kutusu vardı. Hijyene düşkün olanlar için denemesi ilginç olabilir...

Kızım bu kadar şımarmışken dönüşte, feribotta kendisine bir de oyuncak aldırdı. Gerçi büfeci amca kızımın aklını çeldi (çok sinirlendim). Ama oyuncak fikir olarak çok hoşuma gitti. Alttaki resimde de görülebileceği gibi oyuncak, arkasına ayısını almış motosikletiyle giden bir kız figürü. Sık rastlanan bir oyuncak figürü değil tabii... Motosikletli kıza gönlüm kaydı, ben de alıverdim :) Ayrıca parası helal olsun, kızımı feribotta da evde de bayağı oyaladı. Ama ne zaman ki kızım oyuncağın kafasının oldukça yumuşak ve ısırmaya müsait olduğunu keşfetti, muhtemelen Çin malı olan oyuncak bende korku yarattı ve çöpü boyladı. Ama kaliteli bir motorsikletli kız figürü bulursam, muhakkak alacağım kızıma :)

İşte böylece bir tatilin daha sona geldik. Neler öğrendik:
  • 17 aylık bebek termal havuza girebilir, orada arkadaş edinebilir ve çok eğlenebilir.
  • Evde ağlayarak ikna edemediği anne babasının otelde ağlamaması için her şeyi yapmaya razı geldikleri bebek tarafından fark edilirse, gerekirse sabahın üçünde kalkılıp oyun oynamak zorunda kalınabilir.
  • Karda kayıp, sahlep içmenin keyfine varılabilir.
  • Termal havuzlu otellerin yazın da keyifli olabileceği fark edilip, yazın da gelme planları yapılır.

23 Mart 2011 Çarşamba

Türkiye'ye nükleer santral kurulmalı mı?


Baştan söyleyeyim: Ben nükleer santral karşıtıyım.

Lise yıllarında alternatif enerji üretim yöntemleri hakkında bir ödev yapmıştım. Yaptığım ilk araştırma çalışmasıydı, hala saklarım. O çalışmamın sonucunda nükleer enerji üretimini sakıncalı ve gereksiz bulmuştum. Hala da aynı fikirdeyim.

Aralarında çevrecilerin de bulunduğu pekçok arkadaşım, özellikle mühendisler, nükleer santrallerin çevreye duyarlı ve elzem olduklarını söyler ve benim fikirlerimi çürütmeye çalışırlardı. Ben de esasen eğitim alanım dışında kaldığından "Herhalde bilmediğim bir şeyler biliyorlar" deyip susardım.

Anne olduktan sonraysa nükleer santral dendiğinde gözümün önüne hep şu resim gelir oldu:


Çernobil faciasından sonra zehirlenen çayı lezzetli bulup içen bakanımız rahmetli oldu mu bilemiyorum ama anneannemin de aralarında bulunduğu pekçok akrabam ve Karadenizli çok sayıda insan kanserden hayatını kaybetti. Nükleer santral benim için artık bu resimle özdeşti.

Tam Akkuyu Nükleer Santrali hususunda Rusya ile anlaşma imzalanırken Japonya depremi oldu. Bir anne olarak kızımın geleceği hakkında karar verecek olan insanların "Risklerden korkuyorsak evlerimize tüp gaz da sokmayalım o zaman" demeleri sinirlerimi son raddede gerdi, dokunsalar ağlayacak noktaya geldim. Bu hususta ne fikir beyan etsem bilimsel alanım dışında olduğundan ciddiye alınmıyordum ama sonra Vatan Gazetesi'nde Mine Şenocaklı'nın nükleer reaktör mühendisi Prof. Dr. Tolga Yarman ile yaptığı röportaja denk geldim.


Bundan 30 sene önce Akkuyu nükleer santralinin yapılması için imza veren mühendislerden biri olan profesörün söyledikleri sanki benim hislerime tercüman oldu. Yazı uzun ama üşenmeyip buraya alacağım; yarın öbür gün bana bıdı bıdı eden olursa bu yazıyı göstereceğim:

Nükleer reaktör mühendisi Prof. Dr. Tolga Yarman, 36 yıl önce bir rapora imza atmış ve “Akkuyu’ya nükleer santral kurulabilir” demiş. Jeofizik mühendisi Prof. Dr. Ahmet Ercan ise bu rapora hazırlık olacak bir çalışmada yer almış. Şimdi her ikisi de Akkuyu’dan dönülmesi için dil döküyor önlerine kim çıkarsa... Ama pek dinleyen yok Ankara’da...



ONLAR artık en azından yerin doğru seçilmesi için çabalıyor. “İllaki nükleer santral kurulacaksa...” diye başlıyorlar anlatmaya... Ne Akkuyu ne de Sinop güvenli. Peki nereye kurulabilir? Ya Yozgat ya da Ankara Nallıhan...


Olmadı Güneydoğu’da bir yer, mesela Gaziantep, Kilis ya da Şırnak... Ankara seçeneğine TBMM’den olur çıkmayacağından emin gibiler. Yozgatlılar’dan ise özür diliyorlar!


Japonya, yani depreme en hazırlıklı ve nükleer enerji konusunda en gelişmiş ülkede, Fukuşima Nükleer Santrali bir facianın eşiğindeyken... Bırakın nükleer santral çevresinde yaşayanları, Tokyolular kaçmak için fırsat kollarken, hükümetimiz nükleer santral kuran firmalardan daha ‘nükleer’ açıklamalar yapıyor! Başbakanımız “Her yatırımda risk var, tüpgaz da tehlikeli” açıklamasıyla tarih yazdı! Üzerine Enerji Bakanımız, “Niye nükleer santralden vazgeçelim? Biz mahallenin delisi miyiz?” dedi ve ekledi; “Bizim santral dünyaya örnek olacak!” Gerçekten de olacak gibi görünüyor; daha baştan yer seçiminde yapılan hatayla belki de! Zira hangi jeofizikçiye sorarsanız sorun, “Akkuyu deprem açısından güvenli midir?” diye, yüzü kararıyor. Fay hattıyla başlıyorlar, tsunami tehlikesiyle bitiriyorlar cümlelerini...


Üstelik bir zamanlar “Akkuyu’da nükleer santral kurulabilir” raporu veren ekipte yer alan nükleer reaktör mühendisi Prof. Dr. Tolga Yarman ile yine o dönem bu rapora ön hazırlık olacak çalışmalarda yer alan deprem uzmanı jeofizik mühendisi Prof. Dr. Ahmet Ercan da bu projeye karşı çıkıyor. Hatta çok daha fazla karşı çıkıyorlar, çünkü böylesi bir hatadan dönülmesini sağlamanın boyunlarının borcu olduğunu düşünüyorlar. Hatalarının farkındalar, hem de en az 30 yıldan bu yana, yani Fukuşima radyasyon sızdırdığı için panikten değil! Aslında yanlış anlaşılmasın buna hata da denemez, zira Akkuyu uygun olabilir dendiği günden bu yana pek çok yeni veri çıkmış ortaya... Ki Marmara Depremi’nin hemen ardından Prof. Tolga Yarman, dönemin Başbakanı Ecevit’e dört saatlik bir brifing vermiş. Ecevit, dönemin Enerji Bakanı ve diğer kabine üyeleri dinlemiş, dinlemiş ve noktayı koymuşlar; “Vazgeçelim!”...


AKKUYU’YA NÜKLEER FİDAN BİLE DİKİLEMEZ


Bir yandan Japonya’dan gelecek daha korkunç bir haberi beklerken, Prof. Yarman’dan randevu aldım. Beykoz’da Hidiv Kasrı’nda buluşacaktık, tam kapıdan içeri giriyordum ki, bir telefon geldi Yarman’dan; “Kusura bakmayın, ben Galatasaray’da ‘Akkuyu’ya hayır!’ yürüyüşündeyim. Yanımda Prof. Ahmet Ercan da var. İsterseniz buraya gelin, sizin için de iyi olur, üçümüz konuşuruz” diye... Daha iyiydi, hem deprem hem de nükleer santraller üzerine daha ayrıntılı bilgi alabilirdim. Böylece kendimi anti-nükleer yürüyüşün içinde buldum!


Tünel’e kadar yürüdük, “Akkuyu ve Sinop Fukuşima olmasın” sloganları eşliğinde... Eylem bitti, Büyük Londra Oteli’nin lobisinde yapmaya karar verdik sohbeti... Yolda Prof. Ercan, “Aslında bizim burada olmamız biraz ayıp... Tolga nükleer reaktör mühendisi, ben jeofizik mühendisiyim. Bizim disiplinler açısından bakarsanız, ikimiz de nükleer santrallere karşı değiliz. Ama yurtseverlik duygumuz, hem Sinop’da hem de Akkuyu’da nükleer santrale karşı çıkmamızı gerektiriyor” dedi. Her ikisi de hemfikirdi, bu ülkede eğer bedelli askerlik için referandum düşünülüyorsa, nükleer santral için kesinlikle yapılmalıydı. “Zira bırakın yaşayan milyonlarca insanı, daha doğmamış milyonları ilgilendiren bir konu bu” dedi Prof. Tolga Yarman.


Bu sırada otele vardık, masaya bir harita yaydı Prof. Ahmet Ercan. Ve başladı konuşmaya; “İllaki nükleer santral kurulacaksa...” diye... Ne Akkuyu ne de Sinop güvenli haritaya göre, aslında Türkiye’deki hiçbir kıyı bölgesi değil. Peki nereye kurulabilir? Pek fazla bir alternatif yok aslında; ya Yozgat ya da Ankara Nallıhan... Olmadı Güneydoğu’da bir yer, mesela Gaziantep, Kilis ya da Şırnak... Ama tüm bu adresler nükleer yatırım için kıyılara göre çok daha masraflı... Her iki uzman da, üstelik ikisi de zamanında “Akkuyu’ya uygun” demiş iki uzman, üzerine bastıra bastıra vurguluyor; “Akkuyu bugün kesinlikle uygun değil!”


Hocam 36 yıl önce “Akkuyu’ya evet” demişsiniz. Peki ne oldu da fikriniz değişti?


Prof. Tolga Yarman: 1984 yılında bir makale yazdım, Milliyet Gazetesi’nde de yayınlandı. Başlığı şuydu; nükleer enerji üretimi artık teknik bir zorunluluk değil, bir siyasi tercih konusudur. Bir defa bugüne kadar Türkiye’deki çeşitli devlet kurumları, Elektrik İşleri İdaresi, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Enerji Bakanlığı, Nükleer Santraller Dairesi hep nükleer enerji üretiminin bir zorunluluk olduğunu düşünüyorlardı. Ama zorunluluk olmaktan çıktı. Alternatif enerji kaynakları var... Bir de esas itibariyle ilk önce düşünülen yer Akkuyu değildi, Trakya’nın Karadeniz sahiliydi. Ama burada kurulacak bir nükleer reaktör tesisine Genelkurmay Başkanlığımız izin vermemişti. Çünkü o zaman Bulgaristan’dan gelecek bir tehdit söz konusuydu. Nükleer reaktör vurulabilirdi. Ama bugün yapısal özellikler değişti. Genelkurmay Başkanlığı epeydir oraya koyduğu ambargoyu kaldırdı. Tabii depremsel açıdan Türkiye ciddi bir sıkıntı sergiliyor. Bu yüzden önce depremsiz yer aranıyor. Depremli bir yöreye nükleer santral yapılmaz diye bir kaide yok ama güvenlik önlemleri maliyeti ister istemez artırıyor. Akkuyu o zaman bu açıdan da nispeten uygundu. Ayrıca nükleer tesisi bir nehir yahut deniz kenarına kurarsanız yine maliyet düşer. Öteki türlü hava ile soğutmanız gerekir. Türkiye’de ise yaz- kış saniyede 10 ton su sağlayacak herhangi bir nehir yok. Akkuyu olursa soğutma denizden yapılabilecekti, ağır parçalar denizden getirilebilecekti... Tabii o zaman nükleer santraller kaza geçirmiş de değillerdi. Ne Tree Mile Island ne Çernobil yaşanmıştı. Dolayısıyla bugünkü nükleer reaktör tehlike algısı o zamanlar hiç yoktu.


25 km uzağından Ecemiş fay hattının geçtiği de belli değildi galiba?


O konuda Ahmet Ercan Hoca, “Ecemiş fay hattından hiç korkmuyorum” diyor. Ama tehdit olarak biraz uzaktaki Lübnan’ı zamanında ciddi olarak hırpalamış bir kırıktan söz ediyor. Benim açımdan bugün nükleer santralin Akkuyu’ya tesis edilmemesi hissimin temelinde ise deprem riski öncelikli değil.


Peki o zaman siz Akkuyu’da olmasın Sinop’ta kurulsun diyor musunuz?


1999’da rahmetli Ecevit beni davet ettiği zaman dedim ki, “Bugün Akkuyu’ya teknik olarak nükleer santral kuramazsınız. Çünkü o zaman bazı ölçütler gündemde hiç yoktu, sonradan teşekkül etti. Mesela turizm kıstası yoktu. Turizm etki değerlendirmesi yapılmış değildi. Sonra deniz suyu Akdeniz’de, Karadeniz’e oranla yaz-kış 10 derece daha sıcak. Bu da santralin veriminin yüzde 10 kadar düşmesi demek. Başka türlü söylersek, 5 milyar dolarlık yatırımın 500 milyon dolarını banko Akdeniz’e gömmeniz anlamını taşır. 1970’lerin başlarında nükleer santral kurulması teknik zorunluluk olarak algılandığı için bu 500 milyon dolar düzlemindeki kayıp dahi Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Santraller Dairesi’ni yolundan alıkoymuyordu. Şimdi böyle bir zorunluluk yok ki! Hem o günden başlayarak bazı sakıncalar var hem de o günlerden bugünlere bakıldığında hiçbir şekilde görüntü alanında bulunmayan teknik ölçütler ortaya çıktı daha sonra...


Onun dışında iki büyük nükleer kaza yaşanmamıştı...


Ben de onu söylüyorum... Reaktörlerin kamuoyunda meydana getirdiği algı ciddi olarak hasar gördü. Orada bir defa her şey tıkır tıkır çalışsa dahi sebze meyve ihracı ciddi olarak azalacak, turizm hırpalanacak.


Bir nükleer santral herhangi bir kaza olmasa bile çevreyi etkiler mi?


Ben bütün Akdeniz turizmini etkiler diyorum.


Psikolojik olarak mı, yoksa gerçekten etkiler mi?


Her şey tıkır tıkır çalışıyor diyelim. Depremi, teknolojiyi, kazayı aştık, algı diye bir şey var. Ben bu kadar zamandır bu konuda bir araştırma, etki değerlendirilmesi yapılmamıştır diyorum. Hâlâ daha yapılmamış olmasını ayıplıyorum.


Paris’in yakınında da nükleer santral var, oranın turizmini herhangi bir şekilde etkilemiyor deniyor...


Be kardeşim başkasının iyi hal kağıdı ile işe mi gireceksin! Başkasının çürük kağıdı ile askerden mi sıyıracaksın! O zaman lisans çalışması da yapmayalım, başka reaktörün lisansı ile çalıştıralım nükleer santrali. Bu mantık bir defa ciddi olarak arızalı. Hiçbir tutar tarafı yok. Ayrıca bundan 12 sene önce Prof. Tolga Yarman, Ecevit Hükümeti’ne diyor ki; “Bugün buraya nükleer santral kurulursa turizmi etkileyeceğinden o kadar kaygılıyım ki, işte 1999’da Gölcük depremi oldu, bin km uzakta Antalya’da yapılmış turist rezervasyonları bıçakla kesilmiş gibi iptal edildi. Şimdi diyorlar ki, Antalya ile Akkuyu arasında 300 km mesafe var. Algısı nedir turistin, o önemli. Sen bu konuda bir araştırma yapmadın, kendi kendine ahkâm kesiyorsun. “Evelallah bir şeycik olmaz ağabey” lafı vardır ya, onun gibi. Böyle araştırma, böyle bakış biçimi olur mu?


Ben bunun adına arabesk nükleer yaklaşım, nükleer holiganlık, nükleer fanatizm diyorum. Bugünkü söylemler de yakışık almayacak, devlet ciddiyeti ile bağdaşmayan bir inadı ortaya koyuyor. Ben diyorum ki, sen bu algı ölçmesini gerçekleştirmeden oraya nükleer fidan dikemezsin. Yani sen bölge turizmini ve sebze meyve üretimini ciddi olarak heder ediyor olma yönünde bir yaklaşım geliştiriyorsun.


Akdeniz’de de 10-12 metrelik tsunamiler olabilir


Hocam peki sizce neden Akkuyu’ya hayır?


Prof. Ahmet Ercan: Aslında Akkuyu’daki üretim evinin yer önerisini İTÜ olarak biz yaptık. 1982’ye kadar bu araştırmalara devam ettik ve Türkiye için deprem konusunda en dingin yerler olarak Mersin, Sinop, Kırklareli ve İğneada’yı işaret ettik. Ama Tolga Hoca’nın dediği gibi İğneada o gün demir perde ülkelerine yakın diye Genelkurmayca uygun görülmemişti. O zaman bir Güney Akdeniz turizm projesi de yoktu. 1976’dan söz ediyorum... Daha sonra Özal’la birlikte bu proje hayata geçti ve turizm kalkındı. Şu an Türkiye’nin yıllık turizm geliri 25 milyar dolar. O zaman çevrecilik olayları da çok azdı. Dolayısıyla Türkiye Elektrik Kurumu Akkuyu’yu öne çekti.


Peki ya deprem tehlikesi o dönem bilinmiyor muydu?


Deprem tek faktör değildir. Kamuoyunda yanlış bir izlenim var, ‘Ecemiş kırığı çekincelidir’ diye. Hayır, değildir. Gerçi Ecemiş kırığının 190 km uzunluğu var ama 25-30 km’lik parçalardan oluşuyor. Bunların oluşturabileceği depremin büyüklüğü en fazla 6,3 olur. Ecemiş kırığının Akkuyu Termik Santrali’ne uzaklığı yaklaşık 50 km. Buradan alınacak ivme, yapıda alınabilecek önlemlerin çok altında olacağından güvenliği sarsıcı olmayacaktır. Yukarıdaki Pozantı-Karahisar kırığı ve Tuz Gölü kırığı da Akkuyu için bir çekince değildir. Buradan kalkarak Akkuyu Termik Santralini irdelemek bence bilime ters düşer. Onlar tehdit değildir.


Gerçek tehdit nedir peki?


Gerçek tehdit Osmaniye ve Antakya’dan geçen Ölüdeniz kırığıdır. Ölüdeniz kırığı yeryüzünün en büyük depremlerini üreten bir kırıktır.


Prof. Tolga Yarman: O günlerde biz evet derken bu olasılık da çalışılmamıştı. Dolayısıyla bu olasılık nedeniyle de kesinlikle vazgeçilmesi gerekir Akkuyu’dan... Bu da yeni bir ölçüt olarak karşımıza çıkıyor.


Prof. Ahmet Ercan: Ben bunun haritasını da yaptım 2010 yılında. Ölüdeniz kırığıyla, Kıbrıs yayı ve Doğu Anadolu kırığının birleştiği yer, İskenderun Körfezi, özellikle de Çukurova’dır. Çukurova’yı çukur yapan bu 3 ana kırıktır. Bunun gözönüne alınması gerekiyor. Bakın Fukuşima üretim evi deprem odağının tam 250 km uzağındaydı. 250 km uzakta oluşan bir deprem oradaki boruları kırdı ve atık havuzunu etkiledi. Ayrıca süpürtü (tsunami) dalgaları oluşturdu. Benzer bir olay Akkuyu’da da olabilir.


Akkuyu’nun Ölüdeniz kırığına uzaklığı sadece 190 km. Yani Fukuşima’dan daha yakın... Ölüdeniz kırığının yaratabileceği depremler ise yaklaşık 7,5 büyüklüğünde. Ayrıca depremler siyasi sınır tanımaz. Suriye, Lübnan ve Kıbrıs’ta olacak depremler de bizi etkiler. Ölüdeniz kırığında, Lübnan’da, Akka’da, Laskiye’de ve Antakya’da 7,5 büyüklüğünde depremler olmuş ve bunlar 250 bin kişiyi öldürmüştür. Oluşan süpürtü dalgaları Antalya’ya, Fethiye’ye, Kaş’a, Rodos’a, Girit’e kadar ulaşmış, Kıbrıs’ın tamamını süpürmüştür. Bazı yerlerde bu dalgaların yüksekliği 10 metreye kadar varmıştır ve tarihi kayıtlara göre on binlerce kişi ölmüştür. Ben ‘Türkiye’deki süpürtü dalgalarının sakıncaları’ çalışmamı 2010 yılında bitirdim ve Uluslararası Jeofizik Kongresi’nde de sundum. Bütün denizler için bu çalışmayı yaptım. Dolayısıyla burada korkulacak Ecemiş kırığı değil, Kıbrıs yayı, Ölüdeniz ve Doğu Anadolu kırığının kavşağıdır. Aynı zamanda sınırlarımız dışında olabilecek Suriye ve Lübnan depremleridir. Mesela Kıbrıs yayında olan depremlerden biri Akkuyu’ya sadece 40 km uzaktadır. Baf’ta ve Limasol’da olan depremlerin büyüklüğü 7,5’a kadar varmıştır. Bunlar aynı zamanda süpürtü dalgası üretmiştir.


7,5 büyüklüğündeki bir deprem 10 metrelik tsunami dalgaları oluşturur mu?


Tabii oluşturur. Bugüne kadar oluşturduğu kaynak noktasındaki süpürtü dalgaları belgelere göre 1-4 metredir. Ama girintilere girince süpürtü dalgaları 10-12 metreye kadar çıkabilir.


En son bu bölgede böyle büyük bir deprem ne zaman olmuş hocam?


1822’de...


Bugün böyle bir deprem olmayacak denemez herhalde?


Tabii denemez...


Peki illaki nükleer santral kuracağız denirse nereye kurulmalı hocam?


Tolga Hoca’yla biz biraz koşut olarak bu işe girdik. Onun bir nükleer mühendis olarak benim de bir jeofizik mühendisi olarak söylediklerimiz birbirleriyle çok pekişti, örtüştü. Bir jeofizik mühendisi olarak bana Enerji Bakanımız ve Başbakanımız sorsalar, “Biz bunu kıyılardan almak istiyoruz ve mutlaka da kurmak istiyoruz. Pahalı olsun ya da olmasın önemli değil” deseler benim önerebileceğim iller şunlar olur; ilki Yozgat, ikincisi Ankara’da Nallıhan ya da Beypazarı.


Konya da güvenli görünüyor...


Önermem, orası da bir turizm kenti... Ama Karaman’ı önerebilirim.


Orası da Akdeniz’e yakın ama...


Ben sadece süpürtü dalgalarının çekincelerinden ve deprem büyüklüğünden yola çıkarak bu yerleri öneriyorum. Diğer güvenli yerler ise Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin, Şırnak, Siirt, Batman. Hatta çok ileri olsa da Iğdır’ı da dahil edebiliriz. Ermeniler nasıl bizim gözümüze sokar şekilde nükleer santral Metsamor’u yaptılarsa ben de onların gözüne sokar şekilde Iğdır’ın kırıklardan uzak bir yerine kondururum nükleer santrali. Bu illerde yaşayanlar sakın bana gücenmesin. Ahmet Ercan bizim üzerimize bir çekirdek güresi (nükleer enerji) üretim evi yolluyor diye... Eğer ille de inatları varsa siyasetçilerin oralar olabilir diye yol gösteriyorum bilim adamı olarak. İlle de yapılsın demiyorum.


Güvenli nükleer santral kurulabilir mi hocam? Hiçbir problem olmadan...



Şunu söylemezsem bilim namusundan uzaklaşmış olurum. Bugüne kadar nükleer santrallerde üretilen 400 bin megawatt kadar bir nükleer güç var yeryüzünde.


Bunu bizim anlayabileceğimiz gibi ifade edebilir misiniz?


400 Keban Barajı kadar yani... Dünyada elektrik üretiminin 6’da 1’i nükleer enerji üretimi yoluyla sağlanıyor. Bu santrallerden ise şimdiye kadar 4 bin megawatt, yani yüzde 1 fire olmuş.


Yani Çernobil, Three Mile Island ve Fukuşima ile... Öyle mi?


Evet. Yalnız şurası çok önemli, bu özel kazalar bütün güvenlik önlemlerinin dışında, havsala ötesinde gerçekleşmiştir. Tabii başka ufak tefek kazalar da yok değil. Yüzde 1 fire verilmiş dedim. Yani yüzde 90’ın çok üzerinde pırıl pırıl işlev sürdürülmüş. Ama... Hâlâ daha nükleer atık sorunu çözülmüş değil. Sonra bu büyük kazalar nükleer enerji üretimine öyle bir darbe vuruyor ki!..


Nükleer enerji yatırım grafiği 1970’lerin başında birinci petrol kriziyle yükselmeye başlıyor, ikinci petrol kriziyle daha da dik yükseliyor, sonra yatıyor. Ondan sonra nükleer atık sorunu, verimlilik giriyor gündeme, talebin o kadar yüksek seyretmeyeceğine dair yeni bir felsefeyle karşı karşıya kalınıyor, nükleer enerji üretiminde algı hasarı peydahlanıyor, sökülme sorunları gündeme geliyor ve nükleer santraller ciddi olarak gözden düşüyor. Onun için hâlâ şu kadar yerde nükleer santral kuruluyor gibi değerlendirmeler fevkalade arızalı.


Nükleer atıklar için Amerika 10 milyar dolarlık bir tesis yapmıştı...


Evet. Ben nükleer kabristan diyorum ona. Ama henüz bu tesise bir tek nükleer mevta gömülmüş değil. Çünkü çevredeki halkı ikna edemiyorlar. Çölün ortasında, toprağın altına gömecekler. Ama kimse ikna olmuyor. Demek ki, göreceli olarak bakıldığında oldukça başarılı sayılabilecek bir nükleer enerji karnesi var ama yüzde 1’lik dilim içinde öyle beklenmedik facialar meydana gelmiş ki, bu tüm algıyı hasara uğratmış.


Algı bir tarafa Fukuşima’nın etkisi ne olur insanlığa?


Fukuşima da Çernobil noktasına geldi, onu diyeyim. Henüz onu aşmadı ama o noktaya geldi. Mesela nükleer santralin dış güvenlik kabuğunun 8 atmosfere dayanıklı olması söz konusu, 6-7 atmosfere kadar çıktı. Onun için hababam dışarıya istim koyuveriyorlar. Yani radyoaktivite! Yoksa Japonya’dan Amerika’ya kadar giden radyoaktif atıklar başka türlü gidiyor değil.


Yani düdüklü tencerede olduğu gibi?


Evet. Çernobil’i kontrollü olarak ufak ufak dışarıya salıyorsun. Bir anda patlamasın diye. Tabii yalnızca Japon halkını etkilemiyor bu nükleer istim koyuverme, binlerce kilometre uzaklara da ulaşıyor rüzgârla...


Önümüzdeki on yılda nasıl bir tablo ortaya çıkar bölgede?


Bugün Japonlar kendilerine yeni bir yurt arama noktasına geldiler. Bu facia şu ana kadar yeryüzünde olmuş en büyük nükleer faciadır. Çünkü şimdiye kadar hiçbir mevkide 3 reaktör birden aynı etki uzantısında bu resmi vermedi. 200 bin insanı şimdiden tahliye ettiler. Bu sayı daha da artar... Çünkü bu reaktörlerde mox yakıtı var. Mox yakıtı, içinde plütonyum bulunduran yakıt demek. Plütonyumun yarı ömrü ise 25 bin yıldır. Dışarıya plütonyum saçıldı. Başka çare yoktu, ya Çernobil gibi patlayacak ya da dışarıya ufak ufak vereceksin. Kırk satır mı kırk katır mı noktasında kaldı Japonlar.


Siz daha ilk günlerde “Ben olsam hiç beklemez betonla kaplamaya başlarım reaktörleri” demiştiniz. Nitekim onu yapmaya başladı Japonlar. Bu çare olacak mı peki?


Başka seçeneğiniz yok. Bir şekilde hapsetmeniz lazım. Yalnız bu plütonyum betonu dahi patlatabilir, onu belirteyim. Bakın kim ki bu kazayı Çernobil’in altında tasvir ediyorsa olana bitene nükleer açıdan düzgün bakmıyor demektir. Bu kaza şu anda Çernobil’den de vahim bir kaza.


Şu boyutuyla daha vahim, 3 reaktör birden ergidi ve dışarıya kontrollü olarak da olsa istim salar gibi radyoaktivite salınmak zorunda kalındı. Salınma olmasaydı tehlike çok daha büyük boyutlardaydı. Oradaki topraklar yüzlerce yıl kullanılamıyor olacak. Orada öyle bir puslu bir bölge var ki şu anda... Ne olduğunu söylemek akademik bir çalışma yapmadan mümkün değil. Ama şunu ilk defa söyleme ayrıcalığını taşıyorum, bu hiç akla gelmedi; tsunami geldi vurdu, peki nükleer reaktörlerin yanı başında soğutulsun diye bekletilen nükleer morglarda bulunan nükleer yakıtlara kadar ulaştı mı etkisi, henüz belli değil. Ama etki etmeyecek olma ihtimali çok düşük.


Beklenmeyen derecedeki deprem içeride hangi haltı karıştırdı henüz bilmiyoruz. Nükleer aksamda, kaza senaryoları çerçevesinde öngörülmüş olup devreye girmesi gereken her şey devreye girdi mi bilmiyoruz. Tsunami geliyor, 3 reaktör birden tam susuz kalıyor. Böyle bir facia yaşanmadı. Yedek jeneratörler devreye girmedi. Bir yandan yakıtlarda plütonyum bulunması, dolayısıyla onun kontrollü dahi olsa dışarıya verilmesi uzantısında bir nükleer kirlenmeyle karşı karşıya kalınıyor. Bu reaktörlerin yanı başlarında bekletilen havuzlardaki nükleer morglardaki nükleer mevtaların bir anlamda hortlaması sonucunu beraberinde getirebilir. Ben bu ihtimali bir çırpıda dışlanacak bir ihtimal olarak görmüyorum. Nitekim Amerikan Atom Enerjisi Kurumu ben bunu açıkladıktan sonra böyle bir tehlikenin olabileceğinden dolayı endişelerini ifade etti.


Gerçekten de bundan sonra Kuzey Japonya’da yaşanmaz mı?


En az bir asır orada kalır radyoaktif maddeler. Çok ciddi bir nükleer felaket söz konusu...


Bugün siz başbakan olsanız Türkiye için kararınız ne olurdu?


Her şeyi durdururdum. Çünkü bu hayvanın, yani nükleer reaktörün beklenmedik anlarda ne yapacağına dair bir şey diyemiyoruz artık. Sen iyi bir aslan terbiyecisisin, elinde kırbaç var... Bugünkü teknolojik bilgi birikim ve donanımın da bir kafes olsun...


Bu hayvanı terbiye etmek mümkün değil mi?


Onu der miyim! Nükleer mühendislik hocasıyım ben. Ama her türlü musibet çıkabiliyor. Bu hayvan kafes altında bulunuyor ve sen içine giriyorsun, bugünkü yaklaşımlar itibariyle musibet çıkmaması çok zor.


O hayvanı kafesin içinde eğitmek mümkün mü peki?


Bugün bu teknolojiyi Akkuyu’ya ya da Sinop’a götürmek rezillik bir defa. Bir anda beklenmedik gelişmelerle yüzde 1 ihtimalle bu havyan seni yer! Çünkü 100 hayvandan 1’i seni yiyor, bu çıktı ortaya. Tam ölçü verdim size... 400 bin megawatt var, 4 bin megawatt kafes altında olmasına rağmen bakıcılarını yedi. Bugünkü teknoloji itibariyle 100 hayvandan biri kırbaç altında seni yiyor. Yani tehlike hiç de az değil!

Enerji politikası hakkında halkın fikri hiçbir zaman sorulmaz. Bu nedenle referanduma gidilmesi bana imkansız görünüyor. Reaktör kurulup kurulmaması hakkında benim önerim şu: Bu kararı erkek başkanlar değil, başkanların kadın eşleri versin; özellikle de anne olanlar.

18 Mart 2011 Cuma

Hangi sling'i kullanmalıyım?

Bu sorunun cevabı bebeğinizin ve sizin yaşınıza ve huyunuza göre değişir. Ama hemen hemen tüm bebek taşıyıcılarını denemiş bir anne olarak önerilerimi şöyle sıralayabilirim:

Yeni doğmuş bir bebek için en ideal taşıyıcı "wrap sling" denilen, kumaş taşıyıcılar. Ben küçükken anneannem beni sırtına bir çarşafla bağlardı. Siz de muhakkak köylü kadınlarını ya da Afrikalı kadınları vs bu taşıyıcıyı kullanırken görmüşsünüzdür. Bu taşıyıcıyı evinizde kendiniz de dikebilirsiniz. Ama organik, esnek ve mevsime uygun kumaşlardan hazır yapıp satıyorlar da...


Bu taşıyıcının yenidoğana uygun olmasının nedeni bebeğinizin henüz dik duramıyor oluşu. Dik tutmaya çalıştığınızda henüz omurgasını dikleştiremediği için omurga üzerine yük binmesine neden olursunuz. Bu nedenle bu taşıyıcıların içerisine bebek yatırılıyor. Ezik büzük duruyormuş gibi geliyor ama yüzyılların tecrübesi bebeğin içerisinde çok rahat ve sağlıklı bir pozisyonda olduğunu söylüyor; bilimsel araştırmalar da bu yönde. Ayrıca eğer becerebiliyorsanız (Ben 9 ay boyunca iki elimi de kullanmadan emzirmeyi beceremiyordum.) bu taşıyıcıların içerisinde bebeğinizi kimse görmeden ve ellerinizi kullanmadan emzirebilir, bu arada kitap vs okuyabilirsiniz (Ben kitap okuyabilme raddesine ancak 9 ay sonra varabilmiştim, ama ikinci çocuğumda daha iyi bir performans sergileyebileceğimi umuyorum).
Bir de şehir içerisinde oturuyorsanız yeni doğan bebeğinizi taşıdığınız o devasa pusetlerle kaldırıma inip çıkmak, toplu taşıma araçlarına binmek, market alışverişi yapmak işkence olabiliyor. Oysa bu taşıyıcı ile bebeğinizi rahatlıkla her yere götürebilirsiniz. Hatırlarsanız İtalyan bir parlamenter anne bebeği ile toplantıya bile katılmıştı bu taşıyıcıyla:



Peki, dezavantajları neler:
Eğer benim gibi sezeryanla doğum yapmış bir anne iseniz ameliyatlısınızdır ve zaten dik yürümekte zorlanıyorsunuzdur. Karın kaslarınız olmadığından su sürahisini bile kaldırırken kollarınız titriyordur. Ayrıca dikiş yerlerinizde ağrı vardır. Dış derinizdeki dikiş yeri bir hafta içerisinde iyileşse bile nemli ve kapalı alandaki iç organlarınızdaki kesiklerin iyileşmesi zaman alacaktır. Bu nedenle bebeğinizi taşımak istemeyebilirsiniz, isteseniz bile taşıyamayabilirsiniz. Ben, bebeğimi ancak 2 ay sonra taşıyabildim. Bu nedenle wrap sling'lerden bu dönemde faydalanamadım. Ama normal doğum yapan anneler için kesinlikle öneririm. Hatırlarmakta fayda var, diğer tüm sling'ler gibi bu tür taşıyıcılar ile de 15 kilo çocuğu taşımak bile mümkün ve kolay.
Bu sling'lerin ikinci bir dezavantajı bağlamasının çok uzun sürmesi. Bebek sağlam dursun ve omzuma fazla yük binmesin diye 3 metrelik bezi vücuduna dolayıp duruyorsun. Çeşitli bağlama teknikleri var. Youtube'da bu taşıyıcıları kullanan annelerin videolarından öğrenilebilir. Bir tanesini öğrenip tekrar tekrar bağlayınca el alışkanlığı yapıyor. Ama yine de dışarıda bağlamaya kalktığınızda 5 dakikanızı sırf bebeği bağlamaya ayırmanız gerekiyor. Arabaya binince çıkar, inince baştan bir daha bağla. Sonra kumaşın ucu yere değmesin diye uğraşıyorsunuz, sinir bozuyor. Ama bebeğinizi uzun süre taşıyacaksanız, mesela alışverişe ya da yürüyüşe çıkacaksanız uygun bir taşıma yöntemi.
Bir de benim kızım doğduğu andan itibaren başını dik tuttu, asla omzumuza göğsümüze yaslamadı. Bu sling'lerin içerisinde de başını asla kumaşın içine sokmamızı kabul etmedi. Gerçi, kim bilir, belki ilk günden itibaren kullanabilseydim kabullenmesi mümkün olurdu. Yine de benim kızım gibi huysuz ve asabi bebeklerinizi taşıyıcının içine sokmak için zorlamak pek de mümkün olmayabilir diyeyim ben.
Bir de bu taşıyıcılar ile kızımı sırtıma bağlamakta zorlanmıştım ben. Belki bir çarşaf gibi eni de daha geniş olsaydı daha kolay bağlanrdı ama o zaman da sokakta gezmeye müsait kibar bir görüntüsü olmazdı sanıyorum.

Kızım 2 aylık olunca ilk kullandığım taşıyıcı BabaSling idi:

Benim kızım bu şekilde yatmayı ve emmeyi kabul etmediğinden ben genellikle dik poziyonda kullandım bu taşıyıcıyı. Küçükken bağdaş pozisyonunda dışa dönük, büyüdüğünde ise belimin yan tarafında oturur şekilde kendime dönük olarak taşıdım:


Bu taşıyıcının içinde bebeğinizi dışa dönük taşımak istediğinizde bebeğe bağdaş kurdurmanız gerekiyor. Çok rahatsızmış gibi duruyor ama o pozisyonda etrafa saçtığı gülücükleri görmeniz lazım. Bilimsel araştırmalar da bu oturma pozisyonunun bebeğin belini ve omurgasını rahat ettiren tek oturma pozisyonu olduğunu söylüyorlar. Ancak ben sezeryanlı bir anne olarak kızımı bu taşıyıcının içinde en fazla 10-15 dakika sürelerle taşıyabildim.

Bebeğiniz büyüyünce de bu taşıyıcı ile taşımak mümkün amaaaaaa 4. aydan itibaren bebeğiniz artık sürekli dışa dönük olmak isteyecek. 4 ila 8 ay arasında sürecek bu dönemde bebek sürekli sizin göz hızanızdan etrafı seyretmek isteyecek. Eğer kilometrelerce yürümüyorsanız, ciddi bir omurga sorununuz yoksa ve bebeğiniz de çok ağırlaşmamışsa normal bir kanguru bu dönemde işinizi görecektir:


Baby Björn marka kangurular en pahalı olanlar ve en kullanışlı olduğu iddia edilenler. Bense kısa bir dönem kullanacağımı tahmin ettiğimden (ki öyle de oldu) en ucuzundan dandik bir kanguru ile idare etmiştim bu öne bakma döneminde. Kangurular ile en fazla 8-9 kiloya kadar olan bebekleri taşımak mümkün. Sling'ler gibi 15 kiloya yani aşağı yukarı 3 yaşına kadar taşımaya müsait değiller. Çünkü hem bebek için dar gelmeye başlıyorlar hem de bebeği ön tarafta ve dışa dönük taşımak bele ve sırta çok yük bindiriyor.

Eğer bebeğiniz biraz ağır ve hareketliyse yan kanguru ile daha rahat edebilirsiniz. Eğer bebeğiniz kendini dik tutacak kadar büyüdüyse BabaSling ve hatta bağlamayı becerebilirseniz Wrap Sling içerisinde de bebeğinizi bu şekilde yan taşımanızın mümkün olduğunu hatırlatmak isterim. Ama sling'lerden farklı olarak, dışa dönük yan kangurular da var. Kısa süreli taşıyabiliyorsunuz ama hem bebek dışa dönük durmuş oluyor, hem de ağırlığı sizi daha az yoruyor.

Derken bebeğiniz büyüyecek ve hareketlenecek. Artık bebeğinizi taşıyıcılar içerisinde tutmanız mümkün değil. Yukarıdaki İtalyan parlamenter anne örneğini hatırlayacak olursak:

İkinci resimde annenin ne kadar dinlenmiş ve sağlıklı göründüğüne dikkat çekmek isterim. Bebeğiniz küçükken kendinizi çalışacağım diye zorlamanın bir anlamı olmadığını da böylece hatırlatmakta yarar var :)

Bebek artık büyümüş ve öyle sepet misali taşımak mümkün değil. Sürekli sağı solu karıştırmak isteyen bebeği taşıyıcının içine koyup çıkarmak sorun olacağından en iyisi kendi halinde oynamaya bırakmak. Ancak eğer uzun yürüyüşler yapacaksanız işte benim kullandığım ve memnun kaldığım büyük çocuk taşıyıcıları:


Slingo'nun avantajları:
Türk bir annenin markası ve dolayısıyla diğerlerine nazaran ucuz ve kolay temin edilebiliyor. Bebek içinde rahat ediyor. Önde, sırtta ve yanda taşımak mümkün. Benim kızım gibi huysuz bir bebek bile içinde uyuyakalabiliyor. Ayrıca ilk defa bu sling içerisinde kızımı kendi kendime, yardım almadan ve rahatlıkla sırtıma bağlayabildim.
Dezavantajları:
WrapSling gibi uzun bir iple vücuda bağlanıyor, dolayısıyla bağlaması biraz zaman alabiliyor. Benim kızım gibi huysuz bebeklere biraz sıkışık gelebiliyor.


ErgoBaby'nin avantajları:
Yenidoğan taşıma aparatı ile bebeğinizin ilk gününden itibaren 3 yaşına kadar (yaklaşık 15 kilogramda kadar) taşıyabilmeniz mümkün. Yenidoğan aparatı ile gizli emzirme yapmak da mümkün deniliyor ama sezeryanlı anne olarak ben deneyemedim.
Bebeği önde, yanda ve sırtta taşıyabilirsiniz. Ama tek başıma sırtıma bağlamayı henüz beceremedim.
Normal kangurular gibi klipsli askılar ile takıldığından, takılıp çıkarılması kolay.
Askılar gevşetilip dik duran bebeği aşağı kaydırmak sureti ile emzirmek de mümkün ama mesela benim kızım yatarak emmeye alışkın ve dolayısıyla dik durarak emmekten hoşlanmıyor.
Ağırlığı tamamen bele bindirdiğinden bebeğin ağırlığını hissetmeden saatlerce taşımak mümkün: İşte kızım sırtımda 6 km yürüdüğüm güne dair yazım. (Kızım o dönem 12 kilogramdı ve benim belimde de ileri derecede fıtık vardı.)
İşte 34 aylık kızımla kanyon yürüyüşü yaptığımıza dair yazım. 16 kg ve hala Ergo'nun içinde keyfi yerinde.

Dezavantajları:
Çok pahalı.
Bebeği dışa dönük olarak oturtamıyorsunuz.

ErgoBaby'nin dezavantajlarını barındırmayan muadili bir ürün var: Lillebaby


Hem ErgoBaby'ye çok benziyor, hem nispeten ucuz hem de bebeği öne doğru baktırtmak da mümkün. Ama ben kullanmadım. ErgoBaby'yi aldıktan sonra haberim oldu bu taşıyıcıdan ve o kadar paraya kıyamadım. Ama aklım da kalmadı değil. Bu markanın başka güzel çocuk ürünleri de var. Belki ikinci bebeğimde bundan da alırım, belli olmaz :) Alırsam ErgoBaby mi, LilleBaby mi daha kullanışlı yarazım. Ya da bu konuda fikri olan varsa, yazarsa sevinirim.

Özetle:
ErgoBaby ve LilleBaby pahalı olmakla birlikte hem pratik olmaları, hem ilk güden itibaren 15 kilograma (3 yaşa) kadar kullanılabilmeleri, hem de bele yük bindirmemeleri açısından tüm diğer slingleri denemeden doğrudan almanızı tavsiye edeceğim ürünler.


Tüm bu taşıyıcılar şehir içi gezmelerinde ve uzun yol taşımalarında ideal oldukları gibi ayrıca bir yıl boyunca size yapışık yaşamak isteyecek bebeğinizle ev içinde rahat hareket etmenizi de sağlayacaklardır. Bebeğinizi sırtınıza bağlayıp tuvalete girmeniz, yemek yemeniz, bulaşık yıkayıp yemek yapmanız ve hatta elektrik süpürgesi vurmanız mümkündür. Bebeğinizi önünüze bağladığınızda ise arkanıza yaslanıp kitap okuyabilir, televizyon izleyebilir, parkta bahçede banklara oturup güneşlenebilirsiniz :) Ayrıca bebeği, kucakta uyumayı seven anneler için de ideal ürünler. Hatta koliki olan bebekler için ayrıca tavsiye ediliyorlar. Hem kendi vücut sıcaklığınız ile bebeğinizin bağırsaklarını rahatlatmanız hem de kendini ağrısından dolayı güvensiz ortamda hisseden bebeğinize anne teması sağlamanız ve ayrıca kendinizi de yormamanız mümkün olabiliyor. Eğer evde kullanmak için bir sling istiyorsanız size önerim pouch sling'ler. Hem takması ve çıkarması kolay hem de kendiniz dikebilirsiniz. Dezavantajları ağırlığı tek omuza bindirdiğinden uzun süreli kullanımlar ve dolayısıyla sokakta kullanmak için pek de uygun olmaması ve kişiye özel dikilmesinin gerekiyor olması (Zira herkesin omuz ve bel arası mesafesi ve bel çevresi ölçüleri farklı oluyor.):



Güncelleme:
Sling türlerinin karşılaştırıldığı bit tablo için bkz: http://www.sanalbebekmagazasi.com/index.php?do=dynamic/view&pid=9

Slinglerle ilgili sıkça sorulan sorular için bkz: http://www.sanalbebekmagazasi.com/Slinglerle-Ilgili-SSS,DP-7.html