18 Şubat 2011 Cuma

Çocuklara nasıl mutlu anılar bırakılabilir?

Özgür Anne bir sobe başlatmış. Fikir hoşuma gitti, ben de katılmak istedim.

1. Anneannem beni sırtına bağlar yemek yapardı, ben de omzunun üzerinden onu seyrederdim. 25 yaşına kadar hiç yemek yapmayıp birden döktürmeye başladığımda, anneannemle bu görüntülerimizi hatırladım nedense. Babaannemle de balkonda oturup Türk kahvesi içerdik. Bana sütün içine biraz kahve koyup pişirirdi, balkonda dedikodu yapardık. Daha okula bile gitmiyordum belki de... Kendimi adam yerine konmuş hissederdim. Bir de yaz geceleri teyzemin evinin bahçesindeki sallanan üçlü bahçe koltuğunu açardık. Ben teyzemle rahmetli eniştemin arasında, yıldızların altında uyurdum. Çok mutlu hissederdim kendimi. Bir de et kokusu var hafızamda güzel günleri çağrıştıran. Sanırım arkadaşlarla ve aile dostlarıyla çıkılan yemeklerde ve pikniklerde hep et yenilmesinden kaynaklanıyor bu durum, yoksa çok da et seven biri değilimdir.

2. Babamla hulu-lulu yapardık. Şehir çocuğuydum, arabaların arasında trafikte büyüdüm. Karşıdan karşıya geçerken çabuk olalım diye bu oyunu uydurmuştu sanırım babam. Kaldırımda elele dururduk, babam birden hulu-lulu, hulu-lulu diye bağırarak elimden çekip caddeye atlardı. Deli gibi bağıra bağıra karşıya geçerdik. Çocukluğuma dair Vatan Caddesi'ndeki bu görüntüm hep aklımdadır. İri yarı, esmer, bıyıklı olan babamın bu hali bana hala komik gelir. Bir de babamla çok gülerdik. Deli gibi kahkahalar atardık. Bana asla "sokakta böyle gülünmez, kalabalıkta sesli kahkaha atılmaz" filan dememiştir babam. Hala da öyle deli gibi gülerim ben :) Küçükken bir süre babamla birlikte yıkanmıştım. O banyo eğlenceleri de mutlu birer anıdır benim için. Büyüdükçe babamla o kadar yakın olma şansını da yitirdim tabii ister istemez... Bir de babam geceleri beni yatağa götürürken "torik" yapardı. Beni ayaklarımdan tutar, sırtından aşağı sallandırır, "torik oldun sen" derdi (Torik, iri bir balık cinsi). Anneme o şekilde kafa aşağı iyi geceler öpücüğü verirdim; çok eğlenirdim.

3. Annemle ise hep sakin anlarımızı hatırlıyorum. Yere otururduk annem bana elleriyle yemek yedirirdi. Kıvırcık salatayı parmaklarıyla kavrayıp ağzıma sokuşu hala gözümün önünde :) Annem banyodaki kurnaya su doldurur, içine plastik, seramik vs parçalar atar; hangisi batıyor, hangisi yüzüyor diye oynayarak suyun kaldırma kuvvetini öğretirdi. Bayılırdım suyla oynamaya. Hala da bulaşık yıkamaya vs çok hevesliyimdir :) Annem akşamları yatmadan bana kitap okurdu. Bir tane, iki tane diye pazarlık yapardık. Mutlu anlarımdı. Bir de niyeyse bir sahne var aklımda: Hastayım, ateşim var. Babam beni kucağına alıp omzuna yatırmış "Atta gidiyoruz" diye odada volta atıyor (Ben 2 yaşımdan sonrasını çok net hatırlıyorum). Babam benim attaya gittiğimize inandığımı sanıyor. Odanın sonuna gelip geri dönerken hafif bir esinti oluyor. Serinliyorum. Bu arada koridorun sonundaki mutfakta annemi görüyorum. Ocakta bir şeyler yapıyor benim için. Sanırım ıhlamur demliyor. Ve ben kendimi çok mutlu hissediyorum :)) Ne alakaysa?

4. Kimse yalnız anılarını yazmamış ama tek çocuk olarak benim bir de yalnız mutlu olduğum anlar var: Odamda resim yapıyorum. Annem kapıdan kafasını uzatıp "Hayatta mısın, sesin soluğun çıkmıyor?" diye soruyor, gülümsüyorum ona. Gittiğim yuvanın bahçesinde yalnızım (nedense?). Yağmur yağmış. Bir parke taşı bulmuşum. Bir yağmur solucanının üzerine koyuyorum. Sonra da çıkıp taşın üzerinde tepiniyorum. Taşı kaldırıp bakıyorum. Solucan hala canlı. Kendi kendime inceleme ve keşif yapıyorum. Yağmurdan sonraki toprak kokusu ve kımıl kımıl solucan hala gözümün önünde. Gene yuvanın bahçesindeyim, yine yalnızım (??). Kaydıraktan kafa aşağı kayıyorum, salıncakta sallanıp ayaklarımı karşıdaki camiinin minaresine değdirecek kadar yükselmeye çalışıyorum. Hareket ediyorum ve kimse bana "Dur, düşersin; terler hasta olursun vs" demiyor; özgürüm. Rüzgarı hissediyorum saçlarımın arasında, mutluyum. Gene yalnızım (aslında kesinlikle değilim ama tanıdığım insanlar olmayınca öyle hissediyorum). Yüzme kursundayım. Yüzme öğreniyorum. 9 yaşındayım. O kadar mutluyum ki, öğretmen "Dinlenin" biraz deyince 1 km yüzüyorum dinlenme olsun diye. Bir şeyler başarıyorum; bir şeyleri başkalarından daha iyi yhapabiliyorum. Kendimi özel hissediyorum.

Kısaca okuduğum anılardan çıkardığım özet şu:

1. Çocuklar rutin seviyorlar. Rutin olarak yapılan aile yemeklerinden ya da oyunlardan mutlu oluyorlar. Koku hafızası da en unutulmaz bölüm olduğundan evimizin içindeki yemek kokularına dikkat etmeliyiz demek ki...
2. Çocuklar adam yerine konulmak isiyorlar. İnsiyatif almasına izin verilmesi ya da kendisine yetişkin gibi davranılması kendisini önemli hissetmesini ve dolayısıyla mutlu olmasını sağlıyor. Çocuğumuzun yalnız kalmasına, kendi kendine bir şeyler yapmasına ya da kendi kararlarını kendisinin vermesine olanak sağlamalıyız.
3. Çocuklar ten temasından ve sevginin, ilginin açıkça belli edilidiği özel ve birebir anlardan hoşlanıyorlar. Demek ki sabahtan akşama kadar yanında olmasan da ya da tam tersi tüm gün yapışık yaşasan da, çocuk senin ona dokunarak "seni seviyorum" dediğin iki dakikadan tam tatmin sağlayabiliyor. Önemli olan her an değil "ihtiyacı olduğu an", "onun istediği an" yanında olabilmen.

Kurallar çok basit aslında; uygulayabilene... :)

8 Şubat 2011 Salı

Belgrad Ormanı - Bebekle en fazla kaç kilometre yürünür?


Bu hafta sonu gezimiz: Belgrad Ormanı

Yukarıdaki resim geçtiğimiz Ekim ayında çekildi. Yerdeki minik mavi-mor çiçekler görünüyor mu?
Kızım o zaman 13 aylıktı ve yeni yeni yürüyordu. İlk orman gezintisini yapmıştı.

Gezimize sıkı bir kahvaltı ile başlamıştık. Orman girişinde, yürüyüş parkuruna girmeden hemen önce, sol tarafta kalan bir restoran vardır. Adını bilemiyorum :) Serpme kahvaltı istemiştik o zaman:


Sonra babası kızımı sırtına aldı ve yürüyüşümüze başladık:


Sonra kızımı yere indirdik, kendisi yürüdü. Kuru yaprakları hışırdattı, meşe palamudu topladık birlikte. Kızım palamutları yemeye kalktı ama yine de gördüklerinin çok hoşuna gittiği her halinden belliydi :


Yağmurlu bir ayda olduğumuz için mantarlar sarmıştı her yeri:


Yorulunca oturup dinlendik:


Sonra aldım kızımı sırtıma, bir 1 kilometre de öyle yürüdük:


Sonuç olarak 1,5 kilometre ileri ve geri, toplamda 3 kilometre yürüyerek yürüyüşümüzü tamamladık.


Kızımı orman içindeki parka da götürdük... O mevsimde parkta bizden başka sadece yabancı aileler ve çocukları vardı :)





Havayı güzel bulunca gezip tozmalara doyamadık ve bir de sahile inip, orman havasından sonra bir de deniz havası alalım dedik :)



Parkta doya doya oynadıktan sonra balıktan dönen balıkçıları seyrettik. Gerçekten seyirlik bir görüntüydü. Sadece kızım değil, biz de eğlendik...




Sonra eve dönüp sıcacık bir banyo yapıp uzunca bir uyku uyumuştu bizim Kontes Hanım.

Bu hafta sonu baktık ki hava güzel, bir kere daha Belgrad Ormanına gittik. Elbette önce aynı yerde kahvaltı ettik; ama bu sefer serpme değil de tabakta kahvaltı ısmarladık. Demek ki geçen seferki gibi aç değilmişiz :)



Masamızdan görünen manzara...
Yazın da dışarıdaki bu masalarda otururuz umarım...

Bu sefer aylardan Şubat ve Kontes Hanım 17 aylık... Artık kendi kendine gayet güzel yürüyor, elimizden tutmak istemiyor, oyuncak pusetini sürmeye bayılıyor. Bu nedenle yürüyüşümüze puset sürerek başladık:


İşte yürüyüş parkurunun başlangıcındayız. Parkur daire şeklinde ve toplam 6 kilometre. Yürü yürü başladığın yere geri dönüyor ve arabana binip evine gidiyorsun :) Parkurun bu hem başlangıç hem de bitiş olan noktasına bir de çeşme yapmışlar, elini yüzünü yıkayıp suyundan da içebiliyorsun.


Parkurun çeşitli kilometrelerine spor aletleri koymuşlar. Pek çok kişi bu aletlerde ısınıyordu:


Misss gibi orman kokusu içinde yürüyüşümüze başladık. Bu arada bende ciddi boyutta bel fıtığı olduğunu, beş farklı doktorun kesinlikle ameliyat önerdiğini ve yürüyüş ve yüzmeden başka bir spor yapmamın yasak olduğunu da eklemek istiyorum.

Kızım gene babasının sırtında başlıyor yürüyüşe...
Kızım gördüğü her köpekte kendinden geçiyor :)
Yürü yürü, kızımda sıkılma alametleri görmeyince, sonunda babası kızımı sırtına aldı:


Gelgelelim Kontes Hanım'ın uykusu geldi, bu miss gibi orman havası içinde. Eee, kim uyutuyor hanımefendiyi: Anne tabii ki... Bu durumda annenin sırtına geçiş yapıldı. Annenin sırtında biraz daha etraf kolaçan edildikten sonra biraz kestirildi. Bu arada 2 kilometre yürümüştük. "Geri dönelim, uykusu geldi, huysuzlanır şimdi" deyip de 1 kilometre geri döndük ve gördük ki Kontes Hanım çoktan uyuyakalmış. Hadi biraz cesaret dedik ve parkuru bitirmeye karar verdik.


Toplamda 7 kilometre yürüyerek, hiç dinlenme molası da vermeden, parkuru tamamladık. Parkurun 4'üncü kilometresinde uyanan Kontes Hanım son 1 kilometrede sıkılınca biraz yürüyerek, biraz babasının kucağında bisküvi yiyerek parkuru tamamladı. Sonra da ödül olarak orman içindeki parka gidildi; hatta ve hatta o deli olduğu köpeklerden birini sevmesine sahibi izin verdi ve deli gibi sevinildi :)



Bu köpeğin sahibi aile iki küçük kızları ve pusette bebekleri ve ellerinde köpekleri ile parkta eğleniyorlardı. Kızların pantolonları çamura bulanmıştı. Pusetteki bebeğin burnu soğuktan kızarmıştı. Aile elbette yabancıydı :) 
Kızım eve döndükten sonra 2,5 saatlik uzun bir öğle uykusu uyudu.
Sağlığını merak edenler için: Turp gibi :)
Güncelleme: O Şubat ayından sonra biz Belgrad Ormanı'na her ay en az bir sefer gider olduk. Kızımın en mutlu olduğu yerlerden birisi orası. Orada pek çok şey öğrendi. Çevre bilinci edindi. Şimdi kızım 3 yaşında ve "nereye gitmek istersin?" diye sorduğumuzda ya denize ya da ormana diye cevap veriyor.

Kapalı alışveriş merkezlerinde ciddi bir statik elektirik yükü var. Ayrıca dikkat kesilince fark edilen, migren sahiplerini ise çıldırtan bir uğultu oluyor içeride sürekli. İnsan kalabalığının yaydığı mikrobik tehlike de cabası... Oysa orman, deniz gibi alanlarda temiz hava var. Ayrıca çocuk toprağa, suya, bitkilere temas ettikçe vücudundaki birikmiş elektiriği atıyor, rahatlıyor, gevşiyor. AVM'lerde kendilerini yerden yere atarak 2 yaş krizleri geçiren çocukları görmek mümkün. Ama hiç bir ormanda kriz geçiren çocuk gördünüz mü?




4 Şubat 2011 Cuma

Annelik kutsal mıdır? Bir kadın neden anne olur?


Bu yazı tamamen bir içsel konuşmanın dökümüdür. Kendi kendime hesaplaşmaya çalışıyorum.

Malum yakın bir zamanda genç, güzel ve hayat dolu bir anne öldü.
Arkasından atıp tutanlar arama yapıp da yazımı bulmasınlar diye adını yazmak istemiyorum. Mekanı cennet olsun, ruhu huzur bulsun...

Pekçok kişi bir kere daha ölümle sınandı; anne blog yazarları arasında ölüm korkusu nedeniyle bunalıma girenler oldu; pekçok kişi hayatını ve önceliklerini gözden geçirdi vs vs.

Bir takım insanlar da kadıncağızın nerede ve nasıl öldüğünden yola çıkarak bir takım yargılamalara giriştiler. Konuyla ilgili polis tutanaklarına yansıyan ifadeler doğru veya değil... Ama ya doğruysa ne fark eder? İşte bu noktada beni de aldı bir düşünce:

Ben anneyim. Aynı zamanda ve öncelikle bir kadınım. Kendime ait bir hayatım, düşüncelerim, duygularım var. Anne olmakla ben bu hayatı, bu vücudu ve duygularımı bebeğime adamış mı oldum? Benim hareketlerimin bebeğim için bir utanç kaynağı olabilmesi mümkün mü?
Olmamalı, böyle olmamalı... diyor içimden bir ses.

Bu vücut ve bu kalp ve bu beyin bana ait. Eğer eşimi aldatmak istiyorsam aldatma hakkım olabilmeli. Eğer eşimle serbest bir evlilik sözleşmesi yapmışsak, anne olmama rağmen böyle yaşama hakkım olmalı. Eşimle aramızdaki ikili ilişki ile bebeğimle aramızdaki ikili ilişki biribirinden ayrı olmalı. Ben bütün hayatımı bebeğimin annesi, eşimin karısı sıfatları ile yaşamak zorunda kalmamalıyım. Başka bir adamın evinde ölür kalırsam kimse beni günahkar, terbiyesiz vs sıfatlarla yargılayamamalı...

Bu dünyada günahı olmayan mı var? Bu dünyada sevdiklerine saygısızlık yapmamış olan mı var? Bu dünyada bedenine kötü davranmamış olan mı var?

Hamileyken sigara içen bir kadın iyi anne olabiliyor da iki yaşında çocuğu varken kocasını aldatan kadın için neden "Böyle anne mi olur?" deniyor. Benim bir gecelik ilişki yaşayabilir biri olmamla, anneliğim nasıl ölçülüyor?

Demek ki insanlar anneliğe kutsallık atfediyorlar. Annelerin günah işlemeyeceğini, ahlaken üst noktalarda yaşaması gerektiğini var sayıyorlar. Belki de annelerin mükemmellik saplantılarının altında toplumun bu yöndeki baskısı var. Anne ahlaken mükemmel, hatta kutsal olmak zorunda...

Ben bir kadınım. Bir erkeği sevdim, baba olarak uygun buldum ve bir bebek doğurdum. Böylece kendimi gerçekleştirmiş oldum.

Pek sevdiğim bir yazar olmamakla birlikte (kitaplarının ağırlıkla çeviri olduğu zannı uyandı bende) Sabiha Paktuna Keskin'in "Çocuklarla Doğru İletişim" kitabının 37'nci ve devamı sayfalarında bir insanın derinlerinde neden anne baba olmak istediği şöyle anlatılıyor:

1. Gençler neden evlenir?
"Erikson'a göre, 20-30'lu yaşlarda artık ben merkezcilikten uzaklaşılır. Hayat boyu sürmesi amaçlanan ikili ilişkiler kurulur. Bu dönem, yakınlaşma dönemidir.

Erken yirmili yaşlarında insan 'Ben her şeyi iyi bilirim', 'Her türlü sorunu çözerim' iddiasındadır. Bıraksanız dünyanın açlık,  eşitsizlik, silahlanma vs gibi tüm sorunlarına bir çırpıda çözüm üretir. Ürettiği çözümlerde sakın mantık arayıp, onunla tartışmayın. Savunduğu tezlere mantığıyla değil yüreğiyle inanır.

İlerleyen yirmili yaşlarla birlikte, başkalarının varlığını kabul ve başkalarının hakkına saygı duygusu gelişir. Yüreğindeki sevgi kendinden başkalarına yönelir. Kendisinde olmasını arzu ettiği özelliklere sahip olduğuna inandığı, karşı cinsten birine yakınlaşmak ister.

Bu nedenle, bu dönemde her iki cinsin birbirlerini tanımalarına fırsat verecek, düğün, dernek, piknik, folklorik ve sportif etkinlikler gibi sosyal olgular toplum tarafından teşvik edilmelidir. Teşvik edilmelidir ki, her iki cins, bu gibi toplumsal etkinliklerde, toplumda kabul gören yetişkin davranışlarını izleme olanağı bulsun. Dolayısı ile kendine uygun model davranışı belirlesin. Kendine en uygun davranışı gösteren karşı cinsi seçebilsin.

Yakınlaşma dönemi bekleneni vermez, kişi yanlış eş seçer ya da hiç eş seçemezse, giderek insanlardan ürken yalnız biri olur.

Bu dönemde uygun eş seçmek, dönemi doyuma götürecek belki de en sıradan, en kolay, en alışılagelmiş bir yöntemdir. Ancak, bu dönemi doyuma götürecek tek yol değildir. Kişi hem yalnızlığı seçip, hem de kendine özgü üreticilik ve verimlilikle, 40-50'li yaşlarda beklenen doyuma pekala ulaşabilir."

Tüm bu anlatılanlar çok mantıklı. Demek ki 20'li yaşlarda bu nedenle sosyalleşiyor, toplu eğlence mekanlarına gitmek istiyoruz. Kafamıza göre birini seçmek, yakınlaşma döneminin bir gereği. Ve demek bu nedenle geç evlenen ya da hiç evlenmeyen insanlara "evde kalmış" diyoruz, kınıyoruz, küçümsüyoruz... Oysa bizim verimli olmadığını düşündüğümüz bir kişi, pekala bizden daha üretken olabilir. Ama biz işin kolayına kaçıyor veya şanslıysak kolayına kaçma fırsatı buluyor ve evlenerek bir dönemimizi verimlilikle sonlandırmış oluyoruz.

2. İnsanlar neden çocuk yapar?

Çünkü; çocuk eserdir.
"40'lı-60'lı yaşlar, üretkenlik ve yaratıcılığın beklendiği dönemdir. Bu dönemde insan geleceğe övünerek bırakacağı bir eser yaratmalıdır. Yaşamın bu döneminde bu aşama gerçekleşemezse sonuç verimsizlik olur. Çocuk yetişirmek bu dönem için oldukça başarılı verimlilik göstergelerinden biridir. Gerek erkek, gerekse kadın için, kısırlık; eksik, kusurlu, suçlu, istenilmeyen olmak gibi olumsuz duyguları beraberinde getirir.
40'lı-60'lı yaşların üretkenliği için çocuk yetiştirmek tek çözüm değildir. Kişiye özgü, gelecek kuşaklara çocuktan başka bırakılacak eserler de vardır. Yeter ki kişi, bırakacağı eserle tatmin olsun."
Demek ki insanoğlu neslini sürdürme dürtüsü ile ürediği gibi, ayrıca eser sahibi olabilmek, üretici zamanını verimli geçirebilmek için çocuk sahibi olmaktadır. Çocuk sahibi olmanın başkaca ulvi bir amacı yoktur. Çocuk sahibi olamayan erkek ve kadın nasıl ki kınanamazsa, çocuk sahibi olanların da kutsallaştırılmaması gerekmektedir. Önemli olan kişinin ürettiği eseri ile tatmin olabilmesidir.

3. Eser ne demektir? Çocuk yapmaktan başka neler "eser üretmek" kapsamında sayılabilir?
"Eser; emektir.

PK, 46 yaşında, kadın
Herkes gezip tozarken, onun çatı katında daktilosunun başında, sabahlara kadar yazı yazmasına kimse bir anlam veremezdi.
Kendi sağlığını ihmal eder, evini paylaştığı köpeği için dünyaları verirdi.
Üretmek için kişiliğin, ölümüne disipline edilmesi gerekir. Üretebilmek için yıllarca ilmek ilmek uğraş vermek gerekir. Yeterince emek olmayınca üretkenlik dönemi yeterli tatmin duygusunu veremez.

GÖ, 53 yaş, kadın
Kendisi heykeltraş, eşi ise mimardı. Gelecek kuşaklara bırakacakları eserler yarattılar. Onlar çocuk sahibi olmak istemediler. Bunun eksikliğini de hissetmediler."
Elimizden gelenin en iyisini yaparak, geceli gündüzlü çalışarak ortaya çıkardıklarımız bizim eserimizdir. Ben tez yazarken ya da akademik kariyerim için sınavlara hazırlanırken günlerce, aylarca hatta yıllarca doğru düzgün uyumadığımı, yalap şap beslendiğimi, hareketsiz ve eve tıkalı kaldığımı biliyorum; kendimi bakımsız ve hantal hissetmiştim. Aynen yeni doğum yapmış bir anne gibi. Ama eserim ortaya çıkmaya başladığında ve tamamlandığında tarifsiz bir keyif almıştım. Bir tamamlanmışlık duygusu hissetmiştim. Hatta hiç unutmuyorum ilk kitabımı elime aldığımda ve ilk makalemi basılı gördüğümde "Sanki çocuğum olmuş gibi hissediyorum" demiştim. Ama tam olarak açıklamasını yapamamıştım. İşte açıklaması bu: Ben bir eser meydana getirmek üzere programlanmışım; tıpkı benim çocuğum gibi kitaplarım da beni geleceğe taşıyacak eserler ve ben böylece var olma nedenimi gerçekleştirmiş oluyordum.
şimdi kızımı yetiştirirken de uykusuz gecelerim, yorgun günlerim oluyor, eve kapalı kalıyorum, yediğimi içtiğimi anlayamıyorum, kendimi tezime adadığım gibi kızıma da adıyorum. Neden? Kutsal bir varlık olduğum için mi? Hayır, kendi varoluşuma anlam katmak için.

Demek ki bu nedenle bazı insanlar kariyerlerini tercih edip, çocuk yapmıyorlar: Varoluşlarının temel nedeni olan üretme duygusunu zaten hissedebildikleri için. Demek ki bu nedenle kadın bilim ve sanat insanları azınlıkta: Zira kadınlar çocuk doğurmak ve büyütmekle varoluşlarını yeterince anlamlandırabiliyorlar, başka eserler meydana getirmek için emeklerini bölmek istemiyorlar. Demek ki bu nedenle erkekler kendilerini muhakkak çalışmak zorunda hissederken, kadınlar ev hanımı olmayı tercih edebiliyorlar: Zira en büyük eser evde yaratılabiliyor. Demek ki bu nedenle çalışmaya, çocuktan başka eserler üretmeye alışmış kadınlar sadece çocuklarına emek verirken kendilerini eksik hissediyor, eski eserlerinin başına dönmek istiyorlar. Demek ki bu nedenle bazı kadınlar 6-7 çocuk sahibi oluyor, yine de doymuyorlar, gelecek kuşaklara bırakacakları daha çok esere sahip olmak istiyorlar.


4. İnsanoğlunun bir eser meydana getirme dürtüsünün nedeni nedir?
"Esasında tüm bu aşamaların amacı, altmışlı yaşlardan sonraki benlik bütünlüğü ve 'ölümü' kabul dönemine hazırlıktır. 60'lı-80'li yaşlar, bebeklikten itibaren geçirilen tüm evrelerin muhasebesinin yapıldığı bir dönemdir. Kişi yaşadıklarını kabul ya da reddeder. Eskinin, arzu edildiği biçimde yaşanmamış olması umutların tümden kaybını ve beraberinde ölüm korkusunu getirir.
Ölümü kabullenmek, ölüme hazır olmak kolay değildir.
Bir eser meydana getirmek, yaşlılık döneminde huzur içinde ölüm olgusunu kabul edebilmenin süreklilik ve disiplin gerektiren ön hazırlıklarıdır. Yaşlılık dönemine kadar yaptıklarından tatmin olmuş kişiler bu dönemi huzur içinde geçirirler.
Yaşlılıkta, el ayak tutmadığında bakmaları için çocuk yetiştirildiği sanılır. Bu kanı yanlıştır. Çocuk, geleceğe bırakılacak bir eserdir, geleceğe aktarılacak genetik materyaldir. Bu esere verilen emek, yaşlılıkta iç huzurun garantisidir. Sonuç olarak insan üremeyi garanti altına almak için içgüdüsel olarak çocuk doğurur ve yetiştirir. "
İşte bu nedenlerle 60 yaşından önce ölenlerin arkasından daha çok üzülüyoruz. Çünkü henüz üretimlerinin keyfini sürememiş insanlar onlar. Çocuklarımızın eğitimi ve kişisel gelişimleriyle bu nedenle bu kadar çok uğraşıyoruz; zira biz yaşlandığımızda onlara verdiğimiz emek sayesinde meydana gelen eserlerimizle tatmin olmuş ya da olmamış olarak ölümü ya kabullenip tonton bir ihtiyar olacağız ya da memnuniyetsiz, huysuz ihtiyarlar olacağız.
İşte bu nedenle çocuğu olan bir annenin ölümü bize ağır geliyor. Zira o anne henüz eserini tamamlayamamıştır. Biz de anneler olarak bu nedenle ölümden bu kadar çok korkuyoruz, zira eserimizi tamamlamak ve o tamamlanmış eserle varoluşumuzu tatmin edip, huzurlu ölmek istiyoruz.

Ben henüz hamile kalmadan önce çok yalvarmıştım: "Tanrım, senden de bu hayattan da razıyım. İstersen canımı hemen şimdi alabilirsin, gözüm arkada kalmaz. Ama ne olursun bebeğim olduktan sonra canımı alma, bebeğimi annesiz bırakma" demiştim. Sonra da duam kabul olmuş gibi bir ferahlama hissetmiştim. Demek ki nedeni buymuş... Bir eser meydana getirmek  ve eserimin tamamlandığını görüp huzur içinde gözlerimi kapamak istemişim.

Şu anda ise ölsem, o kadar da üzülmem. Kızıma eliminden gelenin en iyisini yaptım, bundan sonrasında ise yanında olsam iyi olur ama artık ben olmasam da eserim doğru yolda ilerleyebilir gibi hissediyorum (16 aylık).

Sonuç: Evet, bir eser meydana getirmek istedim. Evet, her eserim gibi ona da kendimi adadım. Vücudumu ve duygularımı yok saydım, ilmek ilmek ürettim. Ama bunu kızımın kafasına kakamam "Senin için saçımı süpürge ettim" diyemem; çünkü onun için değil, kendim için yaptım tüm bunları. Ve ben bir eser meydana getirdiğim için insanlık adına önemli biri olabilirim ama bu durum bana bir kutsallık atfedilmesini gerektirmez. Ben de tüm diğer üretime programlanmış insanlar gibi biriyim. Havva kızı olduğum için ahlaki açıdan üstün insan olmam benden beklenmemelidir. Benim hala bir bedenim ve ruhum var; isteklerim, beklentilerim var... Eserim meydana çıktıktan sonra, bana onun keyfini sürmesi kalır. Ömür boyu adanmışlık her insan için çok fazla. Bari ölürken beni rahat bırakın, görevimi yerine getirdim ben...

3 Şubat 2011 Perşembe

Evde kum havuzu yapılabilir mi?


Ben yaptım, oldu :)

Kızım yazın su dolu şişme havuzunda oynamaya bayılıyordu. Yaz bitti, kış geldi. Şişme havuzunun içini plastik toplarla doldurup top havuzu yapmayı düşünüyordum. Ama kızım büyüdükçe kişilik yapısı da belirginleşti ve ben fark ettim ki kızım öyle hoplama zıplama sevdalısı değil. Oturup inceleme yapmayı daha çok seviyor. Peki bu durum beni havuz sevdamdan vazgeçirdi mi? Elbette ki hayır :)

Evdeki çamaşır leğenlerinden birini gözüme kestirdim. Kızımın kolunu rahatlıkla içine sokacağı kadar kısa kenarlı bir leğendi bu. Sonra içine ne doldursam diye düşündüm. Fasulye ve nohut iri taneli, mercimek boğazına kaçabilir, pirinç de pahalı geldi. En iyisi kısırlık kırık bulgurdur dedim ve işe koyuldum.


Takriben 3 kilo bulguru leğene doldurdum. İçine de süzgeç, kürek, delikli kova gibi alet edavat yerleştirdim. Kızım leğeni görünce deliye döndü.


Bu yaşta çocuğu olanlar bilirler (kızım 16 aylık), bir işe yoğunlaşma süreleri nadiren 10 dakikayı geçer. Ama bizim kum havuzu en az yarım saatlik bir oyalanmayı garantiliyor. Arkadaşımın 19 aylık hareketli oğlu bile kızımla beraber oturduğu kum havuzunun başında 20 dakikaya yakın süre geçirince annesi gözlerine inanamadı; evlerinde bir havuz da onlar yapmaya karar verdiler.


Ayrıca kovaydı, süzgeçti, tabaktı derken nesne isimlerini öğrenmeyi de kolaylaştırıyor. Çocuklar oyun oynarken daha rahat öğreniyorlar. Algıları daha açık oluyor sanırım. 


Kızım tabağa kumu doldurup doldurup, her seferinde daha yüksekten boşaltıyor. Gözleri bu arada pür dikkat bulgurları takip ediyor. Sanırım kendince bir keşifte bulunuyor ama ne olduğunu ben anlayamadım :)


O kadar dikkatli yoğunlaşıyor ki yaptığı işe, beyin gelişimine de katkısının olduğuna eminim. Ha, benim derdim beyin gelişiminden ziyade kendi kendine oyalanmasını sağlamak aslında tabii de yanında beyin bağlantıları da gelişse fena olmaz değil mi?


Hem arada çiğ köfte yoğurma dersine de giriş yapmış oluyoruz. Fena mı? Şu işi bir kıvırırsa yarın öbür gün bol bol çiğ köfte yeriz maaile :)


O ellere yapışan bulgurlara bakışı nasıl da derin, nasıl da şaşkın. Siz de deneyip görmelisiniz...


Şimdi de hayvan kutumuzda sıra. Kuma en çok yakışan hayvan, elbette deve. Bu arada hayvan taklitleri de yapıyoruz. Kızım iyice oyuna kaptırıyor kendini.


Hayvanları kuma gömüp kızımdan bulmasını istiyorum. Hayvanların bir anda kaybolması çok ilginç geliyor. Üstelik görünürde olmayan bir şeyin aslında orada olabileceğini de öğreniyor. Ayrıca görme duyusunu kullanmadan, sadece dokunarak hayvanları bulmaya çalışması da dokunma duyusunu geliştiriyor diye ümit ediyorum.


Eh, fil de kusur kalmasın, o da girsin tabii kuma :) Filin kuma düşerken çıkardığı poff sesi de ayrıca ilginçmiş.


Bu resmi özellikle ekliyorum ki bu oyunu oynamaya başlamadan önce altınıza büyükçe bir yaygı sermeyi unutmayın. Ayrıca paçalı pantolonlardan filan da sakının ki giysilerin orasına burasına kaçan bulgurlardan kolayca kurtulabilin. Hatta ve hatta uzun süre oynayacaksanız yanınızda elektirikli süpürgeyi bulundurmayı unutmayın ki oyun biter bitmez etrafı süpürürseniz bulgurların tüm eve dağılmasını da önlemiş olursunuz.


Oyun bitti geride kalanları da kedim inceledi inceledi ve en sonunda bulgurları yemeye karar verdi. Bir kediden beklenmeyecek miktarı da yedi... Onu gören kızım durur mu? Kızım da bayağı bir miktar yedi. Bulgur dediğimiz, esasen kavrulmuş buğday olduğundan fazla itiraz etmedim ama sonra midesinde şişer de bebeğim mide fesadı geçirir diye de bayağı korktum :)