23 Ocak 2014 Perşembe

Bir Annenin Günlük Düzeni





2012 Eylül'ünde yazdığım bir yazıyı güncelledim:

Kızım doğmadan önce çok basit bir hayatım vardı oysa kızım doğduktan sonra bir anda tüm sorumluluklarım birbirine girmeye başladı. Anladım ki ciddi bir günlük düzen oturtmam gerekiyor. Epey zorlandım ama sonuçta şöyle bir düzen oturttum:


Sabah Rutini:
  • Üstümü başımı giyiniyorum: Babaannemden kalma alışkanlık, asla pijamalarımla dolaşamam. Ev ayakkabılarımı da giyiniyorum, temizlik yaparken ayakkabı kesinlikle hız kazandırıyor.
  • Banyoya gidiyorum: Yüzümü yıkıyorum, saçlarımı tarıyorum ve topluyorum (açık saçla duramam, annemin hediyesi), gül suyumukarbonatımı ve kremlerimi sürüyorum.
  • Çamaşır makinesini çalıştırıyorum: Akşamdan çalıştırmışsam, boşaltıyorum.
  • Bir süre kızımla oynuyorum: Sabah kalkar kalkmaz oynamazsak asabiyet yaratıyor :) (4 yaş itibariyle artık kendi kendine oynayabiliyor.)
  • Yatakları topluyorum.
  • Mutfağa gidiyorum: Bulaşık makinesini boşaltıyorum (kesin akşamdan çalıştırmışımdır) veya tezgahtaki yıkanmış bulaşıkları yerine kaldırıyorum, sirkeli su içiyorum ve kahvaltıyı hazırlıyorum.
  • Kahvaltı ediyoruz, bulaşık makinesini yerleştiriyorum.

Öğlen Rutini:
  • Evdeysem öğlen yemeğini hazırlıyorum: Eğer evde olmayacaksam yemeği Sinbo'ya atıyor, yemeği pişirmeyi de ona bırakıyorum. O olmasa, bu kadar rahat gezemezdim sanırım.
  • Hızlıca etrafı toparlıyorum: En fazla yarım saat.
  • O gün yapmam gereken temizliği yapıyorum: Pazartesi günleri 2-3 saat süren genel temizlik, diğer günler sadece yarım saat süren belirli bölgede temizlik. Ayın ilk haftası antre ve salonu, ikinci hafta mutfağı, üçüncü hafta banyo ve çocuk odasını, dördüncü hafta misafir odasını düzenleyip temizliyorum.
  • Ajandamı kontrol ediyorum:  
  1. Pazartesi zaten genel temizlik günü
  2. Salı haftalık planlama ve sonra da kendim için bir şeyler yapma günüm: Yemek menüsünü, kızımla yapılacak aktiviteleri planlıyorum ve kendim için de manikür, cilt bakımı, köpüklü banyo, bir saatlik yoga, film izleme, salıncakta kitap okuma vs gibi şımartıcı bir şeyler yapmak için zaman ayarlıyorum.
  3. Çarşamba ertelenmiş işleri yapma günü: Yazmayı unuttuğum mektupları veya geciktirdiğim raporları yazıyorum, uzun sürer diye yapmayı ertelediğim kızımla ilgili bir deney ya da elişi yapıyorum, hayvanlarımın temizliğini veya doktor randevusunu ertelemiş olabiliyorum vs.
  4. Perşembe dışarıda halletmem gereken işler günü: Mektup atıyorum, aktar alışverişi yapıyorum, doktor randevusunu bugüne ayarlıyorum, kızımla yapılacak projeler için alınması gerekenler varsa kırtasiye alışverişi vs yapıyorum, hayvanların yemleri kumları alınması gerekiyorsa alıyorum, kuru temizlemede kıyafet varsa alıyorum vs.
  5. Cuma günü zaten benim pazar günüm ayrıca evdeki fazlalıları ayıklıyorum: Pazardan getirdiklerimi yerleştiriyor, sütü kaynatıyor ve belki bir sütlü tatlı yapıyorum. Kırılmış çatlamış veya kullanılmayan tabak çanak, giyilmeyen veya küçülmüş kıyafetler, okunmayan kitaplar vs. tamamen eskimiş olanlar çöpe, sağlam olanlar bir ihtiyacı olana gidiyor.
  • 15 dakika egzersiz yapıyorum ve duş alıp dışarı çıktığımda saat öğlen 12.00-13.00 arasında oluyor.
  • Öğlen yemeği yiyorum: Bazen evde yiyoruz, bazen ben evde yiyorum kızım dışarıda yemek istiyor.

Günün bundan sonrası bana ait, ya kızımla oyun oynuyoruz ya da dışarı çıkıyoruz.


Akşam Rutini:
  • Yemekten sonra mutfağı toparlayıp, mutfak tezgahını siliyorum.
  • Ertesi günü organize ediyorum: İşe gideceksem iş kıyafetlerimi ve çantamı hazırlıyorum. Evdeysem dışarı çıkarken yanıma alacağım çantayı (genellikle kızımın eşyaları oluyor içinde, ayrıca küçük bir cüzdan ve telefon ya da denize gideceksek deniz çantası), çantaların içine konacak abur cuburları (meyve, kuruyemiş vs) ve kızımla sabah uyandıktan hemen sonra oynayacağımız oyunu hazırlıyorum (4 yaş itibariyle bu kaleme gerek kalmadı).
  • Ertesi gün yapmam gerekenleri planlıyorum: İşim varsa, işimle ilgili plan yapıyorum. İşim yoksa ertesi günün yemeğini ve aktivitesini planlıyorum. Örneğin buzluktan kıyma çıkarıyorum, ertesi gün kızımın özel bir dışarı aktivitesi varsa onun için gerekenleri çantasına yerleştiriyorum, misafirim gelecekse yenecekleri içilecekleri ayarlıyorum, kızımla evde kalacaksak oynayabileceğimiz oyunları hazırlıyorum vs.
  • Banyoya gidiyorum: Önce klozeti ve lavaboyu sabunla bir güzel yıkıyorum ki sabaha temiz bulalım, zira ben de, eşim de sabahları banyoda bir hayli zaman geçiriyoruz. Klozete karbonat ile limontuzu atıp fırçalıyorum. Dişlerimi fırçalıyorum, saçlarımı tarıyorum, gül suyumu sürüyorum.
  • Uykum varsa kızımla birlikte erkenden uyuyorum. Uykum yoksa kendime zaman ayırıyorum: Eşimle zaman geçiriyorum, film izliyorum, çalışıyorum, blog yazıyorum, internette sörf yapıyorum ya da kitap okuyorum.

Uyku:  

Uyku düzeni konusunda insanlar ikiye ayrılırmış. Sabah erken uyanmayı sevenler (tarla kuşları) ve tüm enerjisi öğleden sonra yükselmeye başlayıp, geceleri yaşamayı sevenler (baykuşlar). Gerçi bir tarla kuşu olan eşim bana inanmıyor ama gerçekten doğru bunlar: 
http://en.wikipedia.org/wiki/Night_owl_%28person%29
Avrupa'da mesai saatlerinin kendilerine göre ayarlanmasını talep eden baykuşlar bile var :) Ben şanslıyım ki işim okumak ve yazmak üzerine olduğundan, gece çalışabiliyorum. O saatlerde etraf sessizken okuyup yazmanın keyfi başka oluyor ve sabahları 1 sayfa yazdığım zaman diliminde geceleri 2-3 katını yapabiliyorum.

Eğer ertesi gün, gündüz yapmam gereken bir işim yoksa ve gündüz vakti beynimi zorlayacağım bir iş yapmayacaksam, 3-4 saatlik uyku bana yetiyor. Fiziki yorgunluk uyku süremi uzatmıyor.

2-3 gün arka arkaya 4 saat uyku ile yetinebiliyorum. Ama sonra ya öğlen ya da akşam kızımla beraber yatıyorum ve böylece 11-12 saat uyuyabiliyorum. 

Sabahları 8- 9'dan önce uyanınca biraz zorlanıyorum. Neyse ki kızım bana ayak uydurdu da gündüz uykumu alabiliyorum, beraber 8.30'a kadar uyuyoruz. Eşim de kahvaltı etmek için beni uyandırmaz, sessiz sessiz hazırlanıp çıkar evden sabah işe giderken. Ona da anlayışı için teşekkürlerimi iletiyorum :) Eğer kızımla birlikte yatmışsam, sabah erken kalkıp hep beraber kahvaltı ediyoruz. Mesai saati sorunu olmayınca insan kendini, kendi fiziksel ihtiyaçlarına göre ayarlayabiliyor. Ama eğer mesai yapacaksam, erkenden yatmaya özen gösteriyorum.


Yemek Planlama:
Cuma günü pazar alışverişi yapıyorum, hafta sonu da et yiyoruz (balık, tavuk, köfte vs).

  • Pazartesi: Sebzeli tarhana çorbası + sebze (Cumadan aldığım sebzeleri bozulmadan yememiz lazım ve ayrıca pazartesileri genel temizlik günüm olduğundan kolay yemekler olması lazım.)
  • Salı: Mercimek çorbası + sebze
  • Çarşamba: Tavuk suyuna şehriye çorbası + sebze
  • Perşembe: Sebze çorbası (brokoli, patates, havuç vs) + bakliyat (nohut, fasulye, mercimek, barbunya)
  • Cuma: Tahıl çorbası + sebze (Geçen pazar alışverişinden artanları pişiriyorum. Hepsinden azar azar kalmışsa türlü yapıyorum).


Aktivite Planlama:
Haftalık aktiviteleri gün gün planlamıyorum, çünkü kızımın keyfine göre değiştiriyoruz. Ama genel olarak her hafta yaptıklarımız şunlar:
  1. Kart oyunları: Zar atıp pulları ilerletilerek ya da eşleştirme kartları ile oynananlar (kızım 4 yaşında artık zarların üstündeki noktaları saymadan, gelen sayıyı bilebiliyor).
  2. Elişi yapmak: Bardabas kutularından çıkanlar ya da  kırtasiyeden alınan etkinlik kitapları (Örneğin: http://www.idefix.com/kitap/yapa-etkinlik-kitabi-3-yas-kolektif/tanim.asp?sid=PL6LV7I1AE3EXXN84MEB) veya elişi kağıtları ile origami ya da yazıdan aldığım çıktılarla kes-yapıştır oyunları, labirent bulmaca oyunları veya boyama yapma/hamur oynama vs. Anneanne geldiği zaman birlikte dikiş dikiyorlar. Baba ile birlikte tamirat yapıyorlar.
  3. Efor sarf ettiren oyunlar: Ata binmek, yüzmek, bisiklete binmek veya en kötü havada çamurda zıplamak ya da evde yoga yapmak.
  4. Sosyalleşme: Hava güzelse meydanda ya da plajda arkadaş buluyoruz, hemen her hafta eve misafir davet ediyoruz ya da biz misafirliğe gidiyoruz. Kütüphaneye, hamama, kuaföre, pazara vs gidiyoruz. İngilizce dersine ya da kreş etkinliklerine katılıyor ki bunları da sosyalleşme kapsamında görüyorum ben. Düzenli olarak akrabalarımızla ve arkadaşlarımızla birlikte zaman geçiriyoruz, ya onlar geliyor ya da biz gidiyoruz, hep birlikte yemek yiyoruz, oyunlar oynuyoruz, müzik dinliyoruz, sohbet ediyoruz vs.
  5. Ev oyunları: Kukla konuşturmaca, lego veya yap-boz oynama, deney yapma, tekerleme söyleme, sesli kitap okuma, evcilik oynama vs. Deneyler, tekerlemeler ve oyun fikirleri için bloglardan ve kitaplardan faydalanıyorum. Üşengeç biri olduğumdan en kolay, evdeki malzemelerle yapılabilecekleri görür görmez not ediyorum. Bu notları ve beğendiğim oyun kitaplarını sakladığım bir klasörüm var. Canımız sıkılınca hemen o klasörden fikir alıyorum.
  6. Ev işleri ve yemek yapmak: Hemen her gün yemeği ve ev işlerini birlikte yapıyoruz. Oyun hamurunu evde yapıyoruz. Kek ve kurabiye pişiriyoruz.
  7. Geziler: Ailecek gezilere çıkıyoruz. Bazen dağ bayır yürüyoruz, piknik yapıyoruz, doğayı inceliyoruz; bazen de şehre iniyoruz, tiyatroya gidiyoruz, kafelerde oturuyoruz, kızım trambolinde zıplayıp akülü arabaya biniyor. İki haftada bir kreş arkadaşları ile birlikte sinemaya gidiyor. Böylece nerede nasıl oturup kalkması gerektiğini öğreniyor. 
Son olarak şunu da eklemek istiyorum ki bazen öyle dönemler oluyor ki sadece "hayatta kalmak" önemli oluyor. Siz hasta olabilirsiniz, bebeğiniz hasta olabilir, sevdiklerinizden birinin bir sorunu olabilir ve fiziksel ya da manevi olarak yanında bulunmanız gerekebilir, içinde yaşadığınız toplum ciddi bir krizden geçiyor olabilir ve siz fiziken ya da zihnen hiçbir şey yapacak kuvveti ya da zamanı bulamayabilirsiniz. Öyle günlerde sabahtan akşama kadar televizyon karşısında oturulabilir, sabah öğle akşam makarna yiyebilir, evin içinde dağınıklıktan göz gözü görmeyebilir... Böyle günlerde akşama tüm ailenin sağ sağlim çıkmış olması yeterli sevinç kaynağıdır. Evdir toparlanır, hiç sorun etmeye değmez... Kendinizi toparladığınız zaman ailenizden, arkadaşlarınızdan yardım istersiniz ya da ücret karşılığı size yardım edecek birini bulursunuz ya da hiçbir şekilde yardım temin edemiyorsanız, ufak ufak toparlamaya başlar, her gün azar azar vakit ayırarak gerekirse 2-3 ayda toparlarsınız. Önemli olan ailenizin maddi manevi sağlığıdır; başka hiçbir şeyi dert etmeye değmez...

17 Ocak 2014 Cuma

Evokulu Hakkındaki 6 Yanlış Bilgiyi Düzeltelim (Çeviri)

Fotoğraf orijinal yazıdan alınmıştır.


Bu yazının yazarı Amerikalı bir kadın Laura Grace Walden. 4 çocuğuna evokulu ile eğitim veriyor ve bir çiftlikte yaşıyor (http://bitofearthfarm.wordpress.com/). Çevirdiğim bu makalesi de şurada yayınlanmıştı: http://simplehomeschool.net/homeschooling-misconceptions/
Biraz uzun bir yazı ama sıklıkla karşılaştığım her soruya, eleştiriye kendi hayatından örneklerle cevap vermiş. Her soruya ayrı ayrı cevap vermektense, bu şekilde toplu halde cevaplamak akıldaki soru işaretlerinin tümünü silebilir belki... Çev=çeviren kısımları benim kendi görüşlerimi içeriyor.

Bir doğa gezimiz (field trip) sırasında tanıştığımız kara kaplumbağası. Kontes hayvanlardan korkmuyor ya da tiksinmiyor.


Ev Okulu Hakkındaki 6 Yanlış Bilgiyi Düzeltelim

Hiçbir zaman evokulu yapmayı düşünmemiştim. Ben mükemmel birer devlet okulu öğretmenlerinin kızı, yeğeni ve torunuyum. Çocuklarımın okula gittiği dönemlerde, büyük bir keyifle, okul aile birliklerinde çalıştım ve çocukların sınıflarında gönüllü olarak bulundum. Sistemin kusurlu yanlarını içeriden değiştirmek için elimden geleni yaptığıma inanıyordum (çev: Sık duyduğum bir cümle: "Senin yaptıklarının hepsini biz de okuldan sonra yapıyoruz, okula göndermenin ne zararı var ki?")

Yine de okulun çocuklarım için uygun olmadığını görüyordum. 4 yaşındaki çocuğum halihazırda okumayı biliyordu, ama yine de anaokulunda okuma fişleri ile alıştırma yapmaya ihtiyacı vardı. Tatlı ama dikkatsiz 2. sınıf öğrencisi oğlum, öğretmeni tarafından Ritalin (çev: Dikkat eksiliği bozukluğunda kullanılan bir ilaç) için iyi bir aday olarak kabul ediliyordu. 5. sınıfa giden çocuğum ise üniversite düzeyinde çalışmalar yapabilecek durumdaydı, ancak ileri zekalılar için uygulanan programdaki devlet kesintileri yüzünden (çev: Türkiye'deki tek ileri zekalılara özel, İstanbul Çemberlitaş'taki devlet okulu geçtiğimiz senelerde kapatıldı) sınıfın geri kalanı ile birlikte, sınıf düzeyinde müfredat takip etmek zorundaydı. Lise birinci sınıfa giden çocuğum ise "onur öğrencisi" oldu ancak okuldan nefret ediyordu. Nefretinin sebebi sadece ev ödevlerinin ağırlığı değildi, ayrıca okuldaki bazı gençler tarafından taciz edilmekteydi.

Ve bu gençler bir gün okul koridorunda oğluma silah çekip günün sonunu görecek kadar uzun yaşayamayacağını söyleyince, bir gecede ev okulu yapmaya başladık. Okul yetkilileri tacizi hafifletmek için hiçbir şey yapmadıkları gibi polis bile çağırmamışlardı.

Ertesi gün evokulu yapmamak için ileri sürdüğüm tüm nedenlerle birlikte çocuklarım da bana bakıyorlardı. Çocuklarım kendi şartlarında öğrenmeye istekliydiler.

İşte böylece evokulu yapmamak için ileri sürdüğüm ve sonra böyle düşünmekle hatalı olduğumu gördüğüm birkaç yanlış bilgiyi düzelttim


1. Sadece okulda alınan eğitim, eğitim sayılır.
Anneannesiyle soğan eken Kontes. Her fırsatta bir yerlere tohum ekiyoruz, en büyük zevki...

Çocuklarım zenginleştirici bir ev ortamında büyüyorlardı. Her gün yüksek sesle kitap okuyor ve geniş kapsamlı sohbetler yapıyorduk. Parklara, müzelere ve oyun alanlarına gidiyorduk. Ama örgün yani okulda alınan eğitimin ayrı bir yeri ve değeri olduğu bilgisi ile büyütülmüştüm. Yine de, çocuklarımın merak dediğimiz canlılıkla dolu olduklarında daha büyük bir heyecanla öğrendiklerini gördüm. Aslında bu hepimiz için geçerlidir: İlgi alanlarımız konusunda öğrendiklerimiz aklımızda kalır. Eğer ilgimizi çekmeyen bir konuysa, öğrendiklerimizin çoğunu sınıfı geçtikten sonra unutma eğilimindeyizdir.

İnanması zor olsa da çalışmalar göstermektedir ki yüksek test puanları ile sığ düşünme paralel gitmektedir. (Aslında çocukları testler için hazırlarken ve "Sorunun cevabı hakkında tekrar düşünme" derken, belki de bu gerçeği zaten kabul etmekteyiz)

Bir konu hakkında meraklı olduğumuzda sadece öğrendiklerimizi unutmamakla kalmaz, ayrıca meraklı olduğumuz konunun bizi yönlendirdiği diğer ilgili konuların peşine düşmek için de ilham kazanırız. Bu durumu, ev okuluna başlamadan bir önceki yaz tecrübe etmiştim.

Okulda dikkat eksikliği sorunu yaşayan 8 yaşındaki oğlum, piknikte balza ağacından bir uçakla oynuyordu. Bu tahta uçağı, kendisi de pilot olan ve kendi uçağını kullanan bir aile dostumuz getirmişti pikniğe. Çocuklar oynarken uçak bozuldu. Diğer çocuklar uçakla oynamayı bıraktılar, ancak oğlum uçağın parçalarını farklı biçimlerde bir araya getirerek yeni bir tür uçak yaptı. Oyuncak uçağın sahibi olan beyefendi oğluma birkaç değişiklik gösterdi ve uçması olanaksızmış gibi görünen uçak uçtu.

O günden sonra oğlum bir arayışın içine düştü. Her kütüphane ziyaretimizden Bernoulli ilkesini anlatan (çev: Bernoulli ilkesi için şu yazıma ve kızımla oynadığımız oyuna göz atabilirsiniz), havacılık tarihi ve deneysel uçaklarla ilgili kitaplar yüklenerek dönüyordu. Kendi tasarlayacağı modelleri yapabilmek için balza ağacı almamız için yalvarıyordu. Yaptığı her model önceki hatalarının üstesinden geldikçe daha da gelişmiş, komplike bir hal alıyordu.

Pilot olan arkadaşımız, bir sonraki karşılaşmamızda oğlumu Cessna tipi uçağında kendisiyle birlikte uçmaya davet etti. Oğlumun yaz tatilinin en ilginç olayı da bu oldu. Oğlumun uçaklara olan ilgisi zamanla azaldı, ama o dönem edindiği bilgiler kaybolmadı. Kendi kendisine bilim, tarih, matematik öğretti ve daha da önemlisi kendi kendine ne kadar becerikli olduğunu göstermiş oldu. 

Oğlumun uğraşısını, Mindset: The New Psychology of Success (Düşünce Biçimi (Zihniyet): Başarının Yeni Psikolojisi) kitabının yazarı araştırmacı Carol Dweck "gelişen düşünme biçimi" olarak tanımlamaktadır. Buna göre kavrayış, amaçlı uğraşılar sonucu meydana gelmektedir. Böylece yetenek ve zeka, değişmez özellikler olmayıp, devamlılık ile birlikte gelişmektedir. Gelişen düşünme biçimi, hayat boyu kazanılan esneklik ve başarı ile bağlantılıdır. İşte asıl kayda değer eğitim budur!

Kızım yüzme öğrenmek için deli oluyordu. Bir ay yüzme dersi aldı ve 3 yaşında kolluksuz, desteksiz yüzmeye başladı. Hemen hemen yılın 6 ayı, günün 6-7 saati sudan çıkmıyor. Fotoğrafta yüzme dersi alırken görülüyor. Şimdi de suyun altından gidebilmek için deli gibi uğraşıyor.


2. Çocuklar Sınıf Seviyesini Takip Etmelidirler.
Kızımla babası gölge tiyatrosu yaparken...
Daha önceleri evokulu yapanların, yaygın öğretimdeki eğitim müfredatını takip etmek zorunda olduklarını sanıyordum. Ne demek istediğimi biliyorsunuz - eğer çocuk ikinci sınıfa geçmişse antik Roma tarihi, çarpma ve zarfları öğrenmenin zamanı demektir (çev: İkinci sınıfta antik Roma tarihi ve zarflar öğretiliyor mu Türkiye'de? Benim bildiğim kadarıyla Türkiye'de ilkokul yani ilk 4 sene boyunca okuma-yazma ve tek haneli rakamlarla iki işlem öğretiliyor.). Benim ailem içinse aşırı okulvari yaklaşım hiçbir zaman mantıklı olmadı. Bunun için onlarca neden sıralayabilirim, ama bence en önemli neden şu:

Çocuklar eşit şekilde gelişmezler. Okumaları çok ileride iken, matematikte zorlanabilirler; ya da yaratıcı hikayeler uydurabilirler ama bu hikayeleri yazmak için kolayca koordine olamayabilirler (çev: Benim kızıma uyan bir örnek olmuş. Tüm gününü inanılmaz hikayeler uydurarak geçiriyor, herkes okuyabildiğini düşünüyor çünkü kitap sayfalarını çevire çevire hikayeler anlatıyor ama ince motor gelişimi geriden geliyor kızımın, çizgi takip ederek çizmekten ya da kesmekten hoşlanmıyor, sınırlı boyama yapamıyor neredeyse 4,5 yaşında).

Bernoulli’s principle
Bernoulli’s principle
Eğer okulda eşit olarak ilerlemezlerse, ilgi, eksik oldukları nokta üzerine yoğunlaşır (fazladan yardım, daha kolay ve tekrarlamaya dayalı ödevler ya da daha da kötüsü etiketler, kötü notlar).

Ama okul dışında güçlü olduğu tarafların üzerinde durmak daha kolaydır, diğer alanlarda ise yavaş yavaş uzmanlaşır ve üstelik bunlar hiçbir zaman "eksiklik" olarak algılanmaz (çev: Eğer kızım anaokuluna gitseydi, tıpkı arkadaşlarına yapıldığı gibi kızım için de öğretmeninden şöyle geri bildirimler gelecekti "Kontes zeki bir çocuk. Ancak yazı yazma konusunda arkadaşlarından geride. İnce motor gelişimi eksik. Bu eksikliğini kapatabilmek için evde fazladan çizim çalışmanız gerekmekte.". Oysa ben kızımın 10 yaşına geldiğinde hala yazı yazamayan ve sınırlı boyayamayan bir çocuk olacağını sanmıyorum. Fiziki bir sıkıntısı yok, sadece ilgisi farklı yönde. Çizim çalıştırmaktansa, öykü anlatmasını teşvik etmeyi tercih ediyorum. Gölge Tiyatrosu da bu teşviklerden sadece bir tanesi. Ünlü şair Nazım Hikmet Ran'ın, Bahriye Mektebi'nde okuduğu yıllarda bir diğer ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı'dan özel dersler aldığını biliyor muydunuz? Nazım Hikmet, dil ve tarih konusunda değil de "eksik" olduğu varsayılabilecek fizik ve matematik alanlarında özel ders alsaydı şiir kariyeri etkilenir miydi acaba?). Son araştırmalar çocukların kendi kendilerini ayarlama (self-regulating) konusunda dikkat çekecek derecede iyi olduklarını ortaya koymaktadır. Çok kolay ya da çok karışık bilgileri yok sayarken, yeterli miktarda zorlandıkları olaylardan öğrenmektedirler (Goldilocks Etkisi) (çev: Sadece çocuklar mı? Yetişkinler de çok kolay ya da çok karışık bilgileri yok saymıyor mu? Hangimiz dünyanın bir ucunda kamera ile çekilen görüntülerin nasıl olup da havada uça uça gelip bizim oturma odamızdaki televizyonumuzda izlenebilir hale geldiğini merak edip araştırdık? Hangimiz Avrupa kıtasındaki bir faks makinesine konan yazılı bir belgenin nasıl olup da dakikalar içinde Amerika kıtasındaki belirli numaralı başka bir faks makinesinden tıpatıp aynı kopyasının çıktığını merak edip de öğrendik? Yağ lekelerini en kolay karbonat çıkarıyor veya elma dilimlerinin üzerini su doldurup beklet kendiliğinden sirke olur dediğimde, çoğu kişi tarafından bu bilgilerin yok sayıldığını, daha karmaşık cevaplar beklendiğini de çok gözlemledim.)

Örneğin evokulu yapanlar arasında iyi bilinir ki çocukların çoğu beş altı yaşlarında henüz okumaya hazır değillerdir (çev: Çok zeki ve çok yetenekli olduğunu düşündüğüm yazar-senarist Gülse Birsel, "66 Ay Mağduruyum" isimli yazısında, 6 yaşında okula başladığı halde okuma yazma öğrenemediğini, ancak 7 yaşına geldiğinde bir gün içinde okuma yazma öğrendiğini anlatıyor.). Bazıları birkaç yıl daha hazır olamazlar. Okul için bu bir kriz durumudur, çünkü okulda öğretilen her şey okumayla öğretilmektedir. Okuyamayan çocukların ise hevesleri kırılır ve kendilerini damgalanmış olarak görürler (çev: Gülse Birsel yazısında "Hayatımda kendimi başarısız, aptal ve ezik hissettiğim tek dönemdir o 66 aylıkken yaşadığım dört ay!" diyerek duygularını ifade etmiş.).

Öğrenme yöntemleri konusunda zenginlik taşıyan evokulunda ise çocuğun okuyabilip okuyamaması önemli değildir, çünkü evokulu son derece uyarlanabilir bir sistemdir. Evokulu sisteminde, henüz okuyamıyorken birden bire Harry Potter serilerini okumaya başlayan çocuklara dair bolca hikaye vardır.

Yakın tarihli bir çalışma göstermektedir ki  ailelerinin okumaları için zorlamadıkları, bunun yerine okumanın keyfi üzerinde durulan evlerde evokulu yapan çocuklar okumayı geç de öğrenseler, erken de öğrenseler arzu dolu okurlar olmaktadırlar (çev: Kızıma okuma ile ilgili hiçbir alıştırma yaptırmıyorum. Hatta gününü hikayeler anlatarak geçirdiği için okuma öğrenmesini özellikle geciktirmek istiyorum. Ancak ne geciktirmek ne de hızlandırmak benim elimde. 4 yaş, 4 aylıkken babası bir gün bana "Kontes'in bütün harfleri bildiğini, gösterdiğim kelimelerdeki harfleri tek tek saydığını ve kendi kendine heceleme çalışmaları yaptığını biliyor musun?" dedi, çok şaşırdım. Mesela "Bu harf B, bu da A. Yanyana gelince BEA diye okunur" diyor :) Son zamanlarda kitap okurken okuduğum yeri parmağımla takip etmemi istiyordu. Demek ki kendi kendine okuma öğrenme çabasındaymış.).

Bizim ailemizde, çocuklarımızın zaman içinde her türlü konuda daha hevesli oluklarını ve daha kusursuz hale geldiklerini gördük. Belirli bir sınıf düzeyinde ilerleme beklentisi, bizim ailemiz açısından sınırlandırıcı olmaktaydı.


Kontes bölgemizdeki kreşin kütüphane etkinliğinde...


3. Evokulu yapan ebeveynler öğretmen/koç/yönetici olmalıdırlar.
Kızım ata biniyor. Sabah 8 - akşam 6 arası kreşte olsaydı, ata binmeye vakti kalmayacaktı.

Çocuklarıma annelik yapmak benim için, her zaman zenginleştirici bir deneyim oldu (tamam, belki kolik oldukları sıralarda pek değildi). Annelikten başka bir rol üstlenmek istemiyordum. Zamanla fark ettim ki, evokulu da yapsam annelikten başka bir rol üstlenmek zorunda değilim. Evokulunun acil bir stres azaltma yöntemi olduğunu fark ettik. Çocuklarım yeteri kadar uyuyup uykularını alıyorlar ve günboyu koşturmak zorunda değiller.

Sohbet etmek, okumak, sanat projeleri hazırlamak, deneyler yapmak, sorularına cevap bulmak ve maceralara atılmak için gün içinde yeteri kadar zamanları var. Hayatımıza ziller değil, ilgi alanlarımız yön veriyor. Böylece benim kontrol etmem gereken alanlar azalıyor. 

Kültürümüzde, yetişkin kontrollü etkinliklere çok fazla vurgu yapıldığını ve bunun aslında amaca zararının dokunduğunu düşünüyorum. Biz, çocukların ancak en yeni eğitici oyuncaklardan ve elektronik aletlerden, antrenör eşliğinde yapılan sporlardan, pek çok ders alarak ve diğer yetişkin kontrollü ve yetişkinler tarafından tasarlanmış-planlanmış çabalardan fayda göreceklerini varsayıyoruz  (çev: Özellikle İstanbul'da çocuk parklarında bile çocukları özgür bırakmıyoruz. Yetişkinler çocuklara "zarar gelmesin" diye sürekli çocukların ense köklerinde duruyorlar. Hele çocukların kavga etmelerine asla müsaade edilmiyor, hemen araya bir yetişkin giriyor. Çocukların kavga ve tartışma sırasında öğrendikleri ve yetişkin müdahalesinin bu öğrenme sürecini kestiği fark edilmiyor.). İyiniyetli ebeveynler, çocuklarına tüm bu avantajları sağlamak için çok çalışıyorlar. Oysa anne babaların bu çabalarının olumlu sonuçlar verdiğine dair çok sınırlı kanıt var.

Tüm bu çabaların altında yatan neden, öğrenmenin talimatlardan kaynaklandığını zannetmemiz. Bu mantık gereği, yetişkinin yönlendirdiği eğitim yolları arttıkça çocuğun daha çok yararına olacaktır. Ancak araştırmalar çocukların doğuştan, yaratıcı bir biçimde sorun çözmeye programlı olduklarını ve yetişkin doğrudan talimat verdiğinde, aslında çocuğun engellendiğini göstermektedir.

Yetişkin müdahalesi deneyimi çocuğun hayatındaki bir yılda, binlerce kez tekrarlanır ve böylece çocuğa sorunların çözümünü yetkililerden beklemesi öğretilmiş olur ve böylece daha düz ama daha az yenilikçi düşünmesine neden olunur.

Araştırmalar ayrıca çocuğun yetişkin yönetimindeki aktiviteleri azaltmak için doğal bir motivasyonu olduğunu göstermektedir. Eğer çocuklar sıkı bir şekilde, hazırlanmış eğlenceye odaklı olarak büyütülmemişlerse, doğal olarak serbest oyuna ve keşif temelli öğrenmeye yöneleceklerdir. Oyunlar uydururlar, hayal kurarlar, rol yaparlar, kendi projelerini hayata geçirirler - bu sırada gerekli olduğunda yetişkinlere sadece kaynak bulma ve yol gösterme ihtiyaçları için başvururlar. İçgüdüsel olarak uzmanlaşmaya yönelirler.

Çocuklarım bana motive edilmiş (harekete geçirilmiş) kendi kendini yönetme (self-direction) durumunun gençlik yıllarında nasıl yüksek vitese takıldığını gösterdiler. Kürekle ahır temizleyerek kendi paralarını kazandılar, bu parayı klasik model bir araba satın almak ve tamir etmek için harcadılar, sırt çantasıyla bir aylık bir seyahate çıktılar ve yatak odası büyüklüğünde bir kayıt stüdyosu inşa ettiler.

Ve vazgeçmemek ısrarıyla kendi isteklerinin peşine düştükleri yıllarda gayda takımı kurdular, yaban hayat rehabilitasyonu ile ilgilendiler, çiftçilik yaptılar ve kendi burslarını kazandılar. Evokulu bize, genç bir insanın gitgide büyüyen bağımsızlaşma ihtiyacını, yararlı bir rehberlik sunarak teşvik etmemiz için yardımcı oldu.

Kasabanın parkında serbest oyun saati...


4. İyi bir eğitim sağlamaya gücüm yetmez.
Kızımı aşağı yukarı ayda bir akülü arabaya binmeye götürüyoruz. Günümüzde araba kullanma eğitiminin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şimdiden viraja gelmeden gaz kesmesi ve virajları dar alması gerektiğini kendiliğinden öğrendi.

Evokulu yapmaya yeni başlayanları çoğu gibi ben de müzik sınıfından kimya laboratuarına kadar okuldaki her şeyi kopya etmem gerekeceğini düşünüyordum. Ve biliyordum ki bunun için ne zamanım, ne enerjim, ne de maddi durumum yeterliydi.

Ama çok kısa bir sürede fark ettik ki etrafımız sonraki kuşağa kendi bilgi ve becerilerini aktarmak için istekli yetişkinlerle çevrili, üstelik bunu hemen her zaman bedava yapıyorlar (çev: Kızımın at bindiği çiftlikte 12 yaşlarında bir köylü çocuğu var. Çiftlikte zaman zaman yardımcı oluyor, getir götür işi yapıyor, çocuklar ata binerken atın eğerinden tutuyor vs. Karşılığında ata binip gezintiye çıkmasına izin veriyorlar. Sağır olduğu için kulaklık takan ve genellikle hafif kambur yürüyen o sessiz çocuk, atın üzerine eğersiz binip de atı koşturmaya başladığında nasıl değişiyor görmelisiniz. Belli ki kendi evinde at besleyebilecek koşulları yok ama o, at binme tutkusunun peşini bırakmamış. Son zamanlarda "scooter" tarzı motorsiklet kullanmaya başladığını da gördüm. Tutkusu çok açık, umarım tutkusunun peşinden gitmesine fırsat tanırlar.).

Böyle insanları etnik merkezlerde, müzelerde, kütüphanelerde, üniversitelerde, kiliselerde, hizmet kuruluşlarında, ayrıca kaya avı kulüpleri (çev: Kaya avının ne olduğunu merak edenler şu sayfaya bakabilir. Sayfanın altındaki "next" yazan kırmızı düğmeye tıklarsanız diğer resme geçebilir ve resimleri büyütmek için de üstlerine tıklayabilirsiniz. Özetle yerbilimciliği (jeoloji) alanına girmektedir.), amatör radyo yayıncıları ve gökbilim (astronomi) meraklılarının arasında bulabilirsiniz. Benim çocuklarımın hayatları biyologlar, çömlekçiler, mühendisler, yerbilimciler, girişimci işadamları, arkeologlar, organik üretim yapan çiftçiler, model trenyolu yapanlar, meteoroloji uzmanları (bu liste sayfa boyunca uzayabilir) arasında aydınlandı.

İnsanlar bildiklerini biraz paylaşmaları istendiğinde bundan onur duyuyorlar. Genç insanların geleneksel biçimde kendi toplumları içinde etkileyici şeyler yapan yetişkinlerden, özellikle de umutsuzca rol model arayışı içinde oldukları ilk gençlik yıllarında ayrı tutulmaları çok üzücü. 

Ayrıca evokulu yapan diğer kişilerle toplanarak sayısız saha gezilerine (field trips), zenginleştirici programlara, oyun günlerine, kulüplere ve öğrenme kooperatifleri derslerine katıldık (çev: Kızımı kreşe göndermediğim için en çok duyduğum sorulardan biri de "Evde bütün gün ne yapıyorsunuz?" oluyor. Özetle "Evde değiliz ki..." diyorum. Kızım arkadaşları ile birlikte kasaba meydanında serbest oyunlar oynuyor, arkadaşları ile birlikte civar bölgelerdeki antik kent kalıntılarını ya da dağı bayırı geziyor, kasabamızdaki özel kreşin turşu yapımı, fidan dikimi, toplu olarak sinemaya, kahvaltıya gitme vs gibi etkinliklerine katılıyor, ata biniyor, İngiliz bir kadınla birlikte her hafta 2 saat geçirerek farklı bir dilde iletişim kurmayı öğreniyor vs vs. Ayrıca kafamı kurcalayan bir de şu sorun var: "Ben 2,5 yaşından itibaren kreşe gitmişim. Ama bana bu soruyu soran insanların hiçbiri şahsen kreşe gitmemişler. Benim çocukluğumdan bu yana geçen 30 sene içerisinde ne değişti ki, kendisi hiç kreşe gitmemiş insanlar, çocukların kreşe gitmek zorunda olduklarını düşünür oldular?).

Çocuklarım Şekspir (Shakespeare) sonelerini canlandırdılar, fabrikalara turlar düzenlediler, koyun kırktılar, yelkenli yarışlarına katıldılar, kimyayı doktorları bir kimyagerden öğrendiler, anayasal tartışmalara katıldılar, robotik turnuvalarda yarıştılar, kendi tasarımları olan bir "hovercraft" (çev: hem karada hem de denizde gidebilen bir taşıt) yaptılar, yıldızların konumlarını hesapladılar, dünya çapında müzisyenlerle müzik yaptılar ve bir bilim yarışmasını kazandıktan sonra, bir öğleden sonralarını bir astronotla birlikte geçirdiler. Bunların hepsi tamamen ya da neredeyse bedavaydı. (çev: Günün 11 saatini okulda ve okul yolunda geçiren bir çocuğa tüm bunları yaptırmaya kalkarsanız, haftasonunu iptal etmiş olursunuz. Çocuğa kendine ayıracak zaman kalmaz. Dolayısıyla okul ile bu zenginleştirici deneyimler arasında seçim yapmak zorunda kalırsınız bir noktada.)

Bazı konular gerçekten zorlu olabiliyordu. Bu durumda ya bir uzmandan takas usulüyle yardım alıyorduk ya da devlet üniversitesinde ilgili bir derse katılıyorduk. Ayrıca kütüphane sistemimizin dikkat çekici kaynak zenginliğinden yararlanmak suretiyle de ciddi biçimde kâra geçtik.

Elbette Ekvator'da bisiklet sürerek ya da Avrupa şatolarında avare dolaşarak öğrenimlerini yapan evokulu ailelerini kıskanıyorum. Yine de benim, bu sineğin yağını çıkartır tavrım karşısında bile çocuklarımın hiçbir şey kaybetmediklerini biliyorum. Çünkü yapılan çalışmalara göre okul çocuklarının üçte ikisi sınıfta sıkıldıklarını söylemektedirler.
(çev: Adını sık duyduğum özel bir ilkokulun senelik ücretinin 1 sınıflar için 32.000 TL, 3. sınıflar için 40.000 TL olduğunu öğrendim. Burada yazar ülkesindeki ücretsiz devlet okulu sistemi ile evokulu sistemini karşılaştırıyor. Oysa Türkiye'de artık devlet okuluna gitmek hemen hemen imkansız durumda. Okula çocuğu getirmek götürmek ayrı dert, bir de devlet okulları saat 15.00'da bitiyor. Çalışan anne ayrıca kendi mesai saati bitimine kadar çocukla ilgilenmek üzere ya bir bakıcı tutmak ya da bir etüt merkezi ile anlaşmak zorunda kalıyor ki, çocuk eve veya etüt merkezine de servis ile gitmek zorunda, bunun da ayrıca maliyeti var. Bu nedenle çoğu arkadaşım özel okula göndermeyi tercih ediyor. Evokulu her koşulda daha ucuz. Kızım İngiliz bir öğretmenden İngilizce ders alıyor, 4 çocukla birlikte özel bir İngilizce oyun grubuna katılıyor, özel bir kreşin etkinliklerine katılıyor, at biniyor, org dersi alıyor, el işi etkinlikleri için aylık bir kutuya üye ve yine de arkadaşlarımın İstanbul'da kreşe ödedikleri paradan çok daha azını, hemen hemen yarısını ödüyorum. Eğitim masraflarını karşılayamayacaklarını düşündükleri için ikinci çocuğu yapmaktan vazgeçen arkadaşlarım var.)

Derin öğrenim (deep scholarship) ve ellerle öğrenmek (hands on learning) evokulunun diğer eğlenceli yönleridir.

Kızım kreşten arkadaşları ile birlikte ev gezmesinde.


5. Ev okulu yaparsam çocuğum arkadaşlarından mahrum kalacaktır.
Kızım ve en yakın arkadaşı evtipi antik Likya mezarını ziyaret ederken...

Her ne kadar okulun aynı yaş grupları arasında bir dostluk kurma kaynağı olduğuna güveniyor olsak, farkettim ki okullar sosyalleşmek için kurulmuş kurumlar değil (çev: Bana en sık gelen sorulardan biri de bu oluyor: "Çocuğun arkadaşa ihtiyacı var?". Doğru, ben de onun arkadaş edinmesi için elimden geleni yapıyorum. Ben kendim kreşe gittim. Kreş yıllarından hala zaman zaman görüştüğüm 1, ilkokuldan 1, ortaokul ve liseyi 7 sene birlikte okuduğum arkadaşlarımdan 1, üniversiteden 2 ve 12 senedir çalıştığım işyerimden, iş dışında düzenli olarak görüştüğüm 2 arkadaşım var. Dolayısıyla aynı anda 30 tane arkadaşa sahip olmanın "daha iyi" olduğuna inanmıyorum. Arkadaş edinmekten kasıt derin bağlar kurmak değil de sadece sosyal bir çevrede bulunmak ise kızım her gün kışın kasaba meydanında, yazın kasabanın plajlarında istemediğim kadar çok kalabalık bir çocuk grubunun içinde oluyor. Gün boyu boş olduğumuzdan, her gelenle ayrı ayrı oynuyor. Öğlencilerle sabah oynuyor, sabahçılarla öğleden sonra oynuyor, tüm gün gidenlerle saat 3 ve 5'ten sonra oynuyor. Yazları her gün tatilcilerden biriyle arkadaş oluyor. Öyle ki bazı günler evden, hatta odasından dışarı çıkmak istemiyor, sanırım kendisini şarj ediyor. Ayrıca sürekli aynı yaş grupları ile oynamıyor. Kendisinden büyükleri gözlemliyor, kendisinden küçükleri idare etmeyi öğreniyor.)

Laurence Steinberg'in kaleme aldığı "Beyond the Classroom" (Sınıfın Ötesinde) isimli kitaba göre, okul çocuklarının yüzde beşten az bir kısmı akademik başarıyı değerli bulan akran gruplarına dahildir - aynı zamanda baskın akranlardan gelen baskı, gençleri başarısızlığa doğru itmektedir.

Evokulu yapan çocukların, okulda okuyan yaşıtlarına göre daha iyi sosyal becerileri ve daha az davranış sorunları olduğuna dair araştırmalar mevcuttur. (Radford Üniversitesi'ne 1992 yılında sunulan söz konusu yüksek lisans tezine buradan ulaşabilirsiniz: http://myplace.frontier.com/~thomas.smedley/smedleys.htm) (çev: Ki ben bunu kendime ve kendi çocuğuma bakarak da görebiliyorum. Ben kendim kreşte büyümüş bir çocuğum, eşimse ilkokula kadar ve ilkokulda da okuldan sonraları sokakta oynayarak büyümüş bir çocuk. Ben ilkoulda da pansiyonlu okulda okuduğumdan akşam 19.00'da evde olurdum ve sokakta hiç oynayamadım, sadece yaşıtlarımla ve bir yetişkin gözetiminde iletişime girerek büyüdüm. Eşim de, ben de içe dönük insanlarız. Ama eşimin sosyal becerileri benden kat be kat daha iyidir. Aynı şekilde kızım da içedönük bir çocuk. Ama sosyal becerilerinin dışa dönük olsalar bile kreşe giden yaşıtlarından şimdilik daha iyi olduğunu gözlemleyebiliyorum. Kızımın davranış sorunlarıysa hemen hemen hiç yok.)

Ayrıca evokulu yapan aileler toplum içinde daha aktif olma eğilimindedirler (çev: Ben içedönük biri olarak, iki senedir bulunduğum bölgede, 15 senedir burada olanlardan daha fazla insan tanıyorum. Çalışan kadınların sosyalleşmeye ayıracakları zamanları ve enerjileri olmuyor. Evlerine birini davet etmek ya da işten sonra birileri ile görüşek istemiyorlar. Daha çok, işten artan zamanlarını kendilerine ayırmak istiyorlar. Çocukları okulda olan evhanımları da çocukları olmadan sosyalleşmeye zaman ayırmıyorlar.  En fazla haftada bir çay saati düzenliyorlar. Ama kimsesizler yurduna giden, sahipsiz hayvan çiftliklerine yardım eden, yaşlılar evine ziyaretler düzenleyen vs sayısı çok çok az. Çocukları ile birlikte sosyalleşen aileler ise bunların herbirine daha çok zaman ayırıyorlar.). Başlangıçta çocukların değişik yaşlardaki ve yeteneklerdeki çocuklarla biraraya geldikleri evokulu toplantılarına alışmam zaman aldı. Tabii ki onlar birer çocuk ve mükemmellik abidesi değiller ama böyle neşeli, mutlu bir topluluğu birarada görmek beni de mutlu etti.

Arkadaş olarak, çocuklarım okul arkadaşlarının bir kısmı ile görüşmeye devam ettiler. Tanıdık çevremizi genişlettikçe, çocuklar da arkadaş çevrelerini genişletip daha başka arkadaşlar da edindiler. Yeni arkadaşlarından çoğu onlarla aşağı yukarı aynı yaşlardaydı ama bazıları onlardan onlarca yaş daha yaşlıydı ve bu da onlara, geniş ve değişken tecrübelerle şekillenen bir bakış açısı kazandırdı. Onlar çocuklarıma, kendilerine benzer diğer çocuklarla birarada bulundukları okulda bulamadıkları bir olgunluk yolu sundular.

Çocuklarımın arkadaşları arasında 70'li yaşlarında bir İskoçyalı beyefendi, otomotiv restorasyon meraklılarından oluşan bir grup, 60'lı yaşlarında bir yaban hayatı koruyucusu, sırt çantalı gezginlerden oluşan akranlar, farklı fiziksel engelleri olanlar, Hıristiyanlar, Budistler, ateistler, paganlar vardı; demek istediğimi anladınız sanırım (çev: Kızım da at çiftliğindeki öğretmenini ya da kütüphane memurunu yolda görünce "Anne bak, Ahmet arkadaşım burada" diyor. Gerçekten de akranları gibi arkadaşları olarak görüyor onları.).

Bu dostlukların gerçekleşmesinin nedeni çocuklarımın ilgilerini çeken her yöne doğru ilerlemeye zamanlarının olmasıydı.

Kontes, 6. ayından bu yana en samimi arkadaşı ile vakit geçirmeye de bayılıyor.


6. Evokulu bir tür deneydir.
 
Evimizden yürüme mesafesi 10 dakika uzaklıkta olan bu antik tiyatro kızımın en sevdiği mekanlardan biri. "Anne sana zeytinağacı olayım mı?" :) Arkadaşları ile ne piyesler sergiliyorlar bu tiyatronun sahnesinde...


Tıpkı diğer ebeveynler gibi ben de çocuklarıma, onların hayat boyu mutlu ve başarılı olabilmeleri için gerekli malzemeleri onlara sağlayabilmek için çabalıyorum. Gecenin geç saatinde, uyku tutmazken, bu konudaki şüphelerimi gözden geçirdim.

Ya evokulu onların elde edeceleri şansları sınırlarsa? Sonunda olaya çok dar bir bakış açısıyla baktığımı farkettim.

Okullaşmanın kendisi bir deneydi zaten. Dünya üstünde bulunduğu sürenin yüzde 99'unda insan ırkı bu kurum ile tanışmamıştı. (Çev: Bana da en sık gelen eleştiri: "Çocuğun üzerinde deney yapıyor, onu bilinmeze atıyorsun." "İnşallah çocuğun ileride bu seçiminden dolayı mutlu olur" (bunun iyiniyetli bir dilek olduğunu sanmıyorum, bu cümlenin altmetninde daha çok "Çocuğun ileride senin yüzünden mutsuz olacak!" şeklinde bir suçlama seziyorum) ve bir de "Çocuğun ileride senden hesap sorarsa ne cevap vereceksin?" şeklinde oluyor. Hepsi de aynı kapıya çıkıyor. Önceleri beni ve çocuğumu 1 saat sonra görmeyecek olan birinden bile bu tür kişisel saldırı içeren ifadeler gelmesini garipsiyordum ve sinirleniyordum. "Size ne?!" diyesim geliyordu. Ama sonra sonra fark ettim ki bu saldırının altında aslında bir "savunma" mekanizması yatıyor. İnsanlar kendi yaptıklarından, kendi seçtikleri yoldan emin değiller. Emin olmadıkları gibi çocuklarının mutsuzluklarını görüyor ve ailecek zorlanıyorlar. Ama başka bir yol seçmek ya ellerinde değil ya da cesaret edemiyorlar. Dolayısıyla başka bir yol seçtiğini söyleyen kişiye saldırarak içlerini rahatlatıyorlar. O nedenle bu tür eleştirileri önceleri: "Ben çocuğumu bilinmeze atıyor olabilirim, ama siz bile bile lades diyorsunuz. Sonunda çocuğunuzun sistem içinde bir çarklı olarak ezileceğini ve tıpkı sizin gibi zor bir hayat yaşayacağını biliyorsunuz, ben en azından ne olacağını henüz bilmiyorum ama eminim sizin elde edeceğinizden emin olduğunuz gelecekten daha kötü olmayacaktır" diyordum. Ya da "Çocuğum ileride benim seçimimden dolayı mutlu veya mutsuz olmayacak. Benim ona verdiğim eğitimin kalitesi belli edecek mutluluk derecesini. Bu kaliteyi belirlemeyi bir okulun sırtına yüklemiyorum, elimi taşın altına sokuyorum ben. Umarım sizin çocuğunuz da sizin, onun için seçtiğiniz okuldan, öğretmenlerden, arkadaşlardan, eğitim sisteminden dolayı mutlu olur." veya "Çocuğum ileride benden hesap sorarsa, sorumluluğu üstleniyorum ve bu sorunun karşılığını verebilmek için de 7/24 çalışıyor, sıkı bir mesai yapıyorum. Sizse çocuğunuz eğitim sorumluluğunu okullara, özel derslere yüklemişsiniz. Çocuğunuz ileride neden sistemin bir çarkı olarak ezildiğini ve kendisini değersiz hissettiğini size sorarsa, sizin işiniz kolay. Rahatlıkla ben elimden geleni yaptım, herkes aynı yola sapıyordu, ben de o yola saptım, üstelik o yolda en iyi okullarda okuttum seni, daha da başkası elimden gelmezdi deyip arkanıza yaslanabilirsiniz. Ama bana hesap sorulduğunda her günümün ayrı ayrı hesabını vermeyi ben şimdiden kabulleniyor ve o sorumlulukla hareket ediyorum" filan diyordum. Sonraları anladım ki boşuna zaman harcıyorum. Karşımdakiler de en az benim kadar zeki, benim vereceğim cevapları onlar zaten biliyorlar ama bu konuda düşünmek istemiyorlar. Konuşarak zaman kaybetmenin anlamı yok, ben yoluma bakıyorum. Eleştirenlere de "Kader, kısmet, bekleyelim görelim" türevinden cevaplar veriyorum :) İçsesimizin çoğu zaman doğruyu söylediğini anne olunca anladım ben. İçsesiniz eğer "Bebeği ağlamaya bırakma, al kollarının arasına sıkıca sarıl" diyorsa, doğru olan odur. Doktorların filan ne dediği umrumda değil. Hakeza, eğer içsesiniz "Bu okul sisteminde bir hata var" diyorsa ki biliyorum konuştuğum istisnasız herkes bunu söylüyor, o zaman doğru olan odur. Tartışmaya hiç gerek olmadan, zaten her ebeveyn bunu biliyor.)

İnsan ırkı çocuklarını zengin bir toplumsal eğitim ortamı içinde, geniş aileye yakın tutarak büyüttü ve genç insanların, sorumlu yetişkinler olacaklarına inandı. Bu sistem çok uzun bir süre, çağlar boyunca gayet iyi işledi.

Çocuklarımı okuldan alarak bugünün test ağırlıklı yaklaşımı benimsemiş sisteminden özgürleştirmiş oldum, ki bu sistemin yetişkin dönemdeki başarı ile yakından uzaktan alakası yoktur.

Her yıl 1200 saatini okulda harcamak yerine, gelecekteki başarılarını ve mutluluklarını doğrudan inşa etmek için zaman ayırabilirler. Yeni buluşlar, elleriyle öğrenmek ve anlamlı sorumluluklar gibi şeylere...

Tüm şüphelerimden kurtulduğum anlamına gelmiyordu elbette. Bazı günler (tamam tamam, aylar) endişeleniyordum. İnsanın, içine yerleşmiş bir zihniyetten kurtulabilmesi çok zor (çev: Ben 2,5 yaşından bu yana okuldayım. Kreşten başladım, doktora yaptım, halen akademik kariyerime devam ediyorum. Dolayısıyla ortalama 34 senedir okul kurumu içindeyim. Okul kurumu dışında bir eğitim sistemini içselleştirmem hiç de kolay olmuyor. Rekabete, karşılaştırmaya, testlere, sözlülere, sınanmalara, kınanmalara, övülmeye yani dışsal motivasyonla hareket etmeye, öğretilmeye, hazır hap bilgilere, öğrenmek için başkalarına muhtaç olmaya öyle alışmışım ki...)

Oysa şu anda çocuklarımın dördü de üniversitedeler ve kariyerlerine atılmış durumdalar.

Yakınlarda ailemle birlikte, aramızdaki yakınlığa şükrederek, akşam yemeği yemeye oturmuştuk. Çocuklarım üniversiteye mutlulukla gidiyorlar, baskı altında bile neşeyle karşılık veriyorlar ve öğrenme zevkini kaybetmiş değiller. Çocukların İskandinav mitolojisi, Mayısböceği feromonu, zeplin tarihi ve yeni filmlerden replikler hakkındaki neşeli konuşmalarıyla gülüştük.

Tüm bunların ne kadarının evokulundan kaynaklandığına emin değilim. Ama şuna eminim ki evokulu çocuklarıma, kendi olanaklarını keşfetmek için gerekli olan özgürlüğü sağladı. 

Ve bu da fazlasıyla yeterli.

Çeviren: Son olarak makalenin yazarından farklı olarak söylemek istediklerim var. Makalenin yazarı çocuklarının eğitimlerinde farklı alanları (koyun kırkmak, ahşap uçak yapmak, sırtçantası ile yalnız tatile çıkmak vb) kaleme alsa da sonucu üniversite eğitimine bağlamış. Oysa günümüzde doğrudan mesleğe yönelik bazı özel üniversiteler (konservatuar, güzel sanatlar vs) haricinde üniversite eğitimi de yeterli olmuyor. İnsanlar yüksek lisans, doktora yapmak ve yabancı dil öğrenmek için zamanlarını ve paralarını harcıyorlar. Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi mezunu olup da mühendislik yapan biriyle hiç karşılaşmadım ben. O bölüm mezunları sonunda hep pazarlamacı oluyorlar sanırım. Oysa Karadeniz'in bir dağ köyünden, bir ilkokul mezununun acayip icatlarını görüyoruz televizyonlarda. Bu işin bir orta yolu olmalı değil mi? Örneğin İşletme Fakültesi bence tamamen bir zaman kaybından başka bir şey değil. İnsanlar sadece diploma sahibi olabilmek için bitiriyorlar o fakülteyi. İşinde gayet başarılı olabilecek bir adam, o fakülteden diploma alabilmek için gençliğinin en verimli 4 senesini harcıyor ve sonunda genellikle üniversite mezunu bile olmayan birinin işyerinde maaşlı çalışan olarak işe giriyor. Ben ilköğretim ve liseyi geçtim, üniversite eğitiminin bile çökmekte olduğunu iddia ediyorum.

2009 yılında Kontes'e hamileyken yüksek lisans tezi yazmak üzere kazandığım bir burs ile gittiğim İsviçre'nin, Bern şehrindeki Einstein Müzesi girişindeyim...

Einstein'in aldığı dersin çizelgesi. Çizelgenin en sağında "Zahl der Zuhörer" yazıyor yani "Katılımcı Sayısı". Görüldüğü gibi derse katılan sadece 3 öğrenci varmış. Birisi Einstein, diğeri de ileride eşi olacak bir diğer öğrenci. Ben 1200 kişilik amfilerden mezun oldum ve daha da fazla sayıda öğrenciyi okutuyorum. Onların arasından bir Einstein çıkmasını beklemek hayalperestlik değil mi?
 Kaldı ki Einstein, kazandığı Nobel ödülü ile eşine ve oğluna olan nafaka borcunu ödemiş, yıllarca birlikte olduğu kadının evli olan bir Rus gizli ajanı olduğunu anlayamamış ve Almanya'dan önce atom bombası yapılmasını tavsiye ettiği ABD, Japonyayı bombalayınca "Hayattaki en büyük hatam budur" demiştir; dolayısıyla fizik ve matematik dehası bile olsa sosyal ilişkilerde "akıllıca" bir tutum sergileyememiş olduğu açıkça görülen biridir. Ayrıca Einstein lisede okulu bırakıp 1 senesini, evokulu tarzında İtalya'daki müzeleri ve sanat galerini gezerek ve lise diploması talep etmeyen Politeknik Okulu sınavlarını kazanabilmek için kendi kendine çalışarak değerlendirmiştir.


Okulsuz eğitim ile ilgili diğer yazılarım:

hovercraft
hovercraft

14 Ocak 2014 Salı

Çoraptan Sopalı Oyuncak At Yapımı (İnce Motor Kas Gelişimi - Yaratıcılık)

Bu atın yapımı sırasında kızım 3,5 yaşındaydı.


Benim ellerim kullanılmaya kullanılmaya becerisini kaybetmiş ellerdir. Hani "Eline toz bezi bile yakışmıyor" denilen tiplerdenimdir. Annem ise küçüklüğünden beri elinde iğne, tığ, şiş olan biri olarak çok becerikli, çok yeteneklidir. O nedenle annem bize gelince kızımla birlikte bir el işi yapmalarını istiyorum. Çocuk benden göremiyor, bari anneannesinden öğrensin.

Bu konuda en beğendiğim kitap bir Waldorf eğitim kitabı olan ama içerisinde Waldorf eğitimi sırasında kullanılacak oyuncakların yapımına da yer veren Waldorf Yöntemiyle Harika Çocuk Nasıl Yetiştirilir? isimli kitap. İçinden bir oyuncak seçiyorum, maaile yapmaya çalışıyoruz:



Bir ara büyük süpermarketlerden birine oyuncak at başı gelmişti. Üstelik de ucuz bir şey de değildi. Bu kadar para verip alırım, sonra kız oynamaz, bir de evde kalabalık yapar, üzülürüm diye almamıştım. Ama bu kitapta at yapımı görünce denemek istedim, kızım oynamasa bile en azından birlikte vakit geçirmiş, bir şeyler yaratmış oluruz diye düşündüm. Gerçekten de atı yaparken çok keyifli zaman geçirdik hep beraber. İşte atın yapılış detayları burada:



Bu da bizim aniden karar verilerek evdeki atık malzemelerle yapılmış atımızın yapılış fotoromanı:

At yapmak için, eşimin teki kaybolmuş çoraplarından birini kullandık. Çamaşır makinesinde kaybolan çorap tekleri ile ilgili bir de yazım var: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/04/coraplarnz-camasr-makinesinde-kayp-m.html
Kızım çorabın içine elyaf doldurdu.

Minik elleriyle bastıra bastıra sıkıştırdı elyafı.

Annem, elyaf topak topak olmasın, atın yüzü düzgün görünsün diye şeklini şemalini düzeltti.

Evdeki bir oklavayı da elyafın içine soktuk.

Oklavanın etrafına da elyaf doldurduk.

Pratik annem at kulağı yapmak için ütünün şeklini uygun gördü.

Biraz kepçe kulaklı olacak atımıza keçeden kulak yaptık.

Oklavanın ucuna vida taktım (Bunu da ben akıl ettim yalnız hakkımı yemeyeyim) :)

Vidayı çıkarıp oklavayı çoraba geri soktum ve vidayı çorabın dışından, oklavada açmış olduğum deliğe geri soktum. Vidalarken sağa sola kayıp da oklavayı kırmasın diye de mandalın arasındaki boşluğa sıkıştırdım vidayı (bak bunu da ben akıl etmiştim, idare ederim yahu fena sayılmam) :)

Vidayla çorabı oklavaya sabitlemiş oldum.

Çorabın açıkta kalan ucunun etrafını diktik, iyice sıkıştırdık.

Daha doğrusu annem dikti :)

Dikiş yeri gözükmesin diye bir kumaşı etrafına doladık.

Kulaklarını dikip, kurdelelerden ağzına gem yaptık.

Sonra da göz diktik.

Gözlerden birini kızım dikti.

Göz biraz şekilsiz oldu gerçi :)

Ama olsun, kızım çok keyif aldı dikerken, kendisiyle gurur duydu.

Bu minik ellerin "becerikli" olması için elimden geleni yapacağım ömrüm, sağlığım yettikçe inşallah.
Yelesini de ekleyince atımız ortaya çıktı.
Kızım bu ata pek binmedi. Tahmin etmiştim zaten. Hayal gücü geniş bir çocuk. Süpürge sopası ile atçılık oynamayı ve bilahare aynı süpürge sopası ile cadı olduğunu hayal etmeyi daha çok seviyor. Böyle her şeyi tamam oyuncaklar pek ilgisini çekmiyor. Yine de yapım süreci çok keyifliydi. Kızım kendi kendine yetebilirlik duygusunu tatmış oldu, marketten hazır olarak satın alsaydık o duyguyu yaşayamayacaktı. Üstelik ailecek bir zamanı paylaştık ve ortaya hepimizin emeği bir ürün çıkardık. O güzel zamanların anısına kızımın odasını süslüyor atı. 

Bizim atımızdan çok daha ince emekle yapılmış diğer çorap atları görmek isterseniz:





13 Ocak 2014 Pazartesi

Çiftçiniz ve Sütçünüzle Tanışıyor Musunuz?

Çiftçinle tanış, yerel yiyeceklerle beslen.

Şehir çocuğuyum. Ömrüm okul ve ev arasında geçti. Yaz tatillerinde bile gidebileceğim bir köyümüz yoktu. Ne bir tavuğun altından yumurta almışlığım, ne de dalından domates koparıp yemişliğim vardı. Merak da etmiyordum doğrusu, insan nasıl yetişirse, "normal" algısı da o yönde oluyor. Sonra doğum yaptım ve bebeğimin minicik midesine gidecek o ilk yiyeceklerin nereden geldiklerini, nasıl bir ortamda yetiştiklerini merak eder oldum.

İlk başta en güvenilir metot organik beslenmeymiş gibi geldi. Zaten kucağımda küçücük bebekle alışveriş yapmak pek cazip gelmiyordu, eve sipariş ediyordum: 

Eve haftalık organik paketimizi getiren kişinin, ürünlerden bir kısmını bizzat yetiştiren çiftçi olduğunu öğrendim ödemeleri yapmak için kapı önünde geçirdiğimiz kısacık sohbetlerde. Organik pazarda tezgahı olduğunu söyledi, merak ettim. Kızım da büyümüştü, organik pazara gitmeye başladım. Daha önceleri de semt pazarına giderdim ucuz ve taze ürün bulmak için. Ama semt pazarında üreticiler değil, satıcılar vardı. Organik pazarda ise hemen hemen herkes ürettiği malı satıyordu. Çok ilgimi çekti... Artık organik sertifikasına değil, sohbet ettiğim insanlara güvenerek ürünü alıyordum. 

Bilahare küçük bir Akdeniz kasabasına taşındım. Her hafta köylü pazarı kuruluyordu. Köylüler kendi ürettikleri malları satıyorlardı. Köylülerle tanıştım, evlerine konuk oldum. Organik sertifikası var diye kilometrelerce öteden koli ile yiyecek taşımayı saçma buldum. Yiyecek ne kadar kısa süre içinde tüketilirse o kadar az besin değerini kaybetmiş olur. Meyve ve sebzeler de "canlı"dır ve koparıldıkları andan itibaren ölmeye yani çürümeye başlarlar. Ne kadar kısa süre içinde yerseniz, size o kadar fayda sağlarlar.

Ayrıca üreticisini ve üretim koşullarını bildiğim ürünü tüketmek çok ayrı bir keyif veriyor insana. Hele ki üreticiyle ortak hareket ediyor olmak bambaşka bir duygu, siz onun ürününe para verip onun geçimini sağlıyorsunuz, o da size sağlıklı yiyecekler temin edip sizin beslenmenizi ve sağlıklı olmanızı temin ediyor. Her iki taraf da birbirini destekliyor, bir birliktelik duygusu yaratıyor.

Sıklıkla alışveriş yaptığım iki üreticide biraz utanarak ve çekinerek de olsa birkaç kare fotoğraf çektim, onları paylaşmak istiyorum:


Burası Yeniköy'de bir ahır.

Bu ahırın sahibi Nurten Yenge. Yukarıda görünen annesine tıpatıp benzeyen bir buzağı. Ahırda 3 inek vardı, bu yaz iki de buzağı eklendi. Nurten Yenge akşam 20.00'da yatıyor, sabah 03.00'da kalkıyor. İlk iş ineklerinin bakımını yapıyor. İnekler normal hava koşullarında yaz kış otlamaya çıkarılıyor.


Nurten Yenge'nin inekleri için topladığı otlar.

İneklerin kapalı kaldığı yağışlı günlerde yemeleri için Nurten Yenge onlara ot topluyor. Bu otlar ahırın girişinde, üstü kapalı bir veranda da çuval içinde duruyor. Bir de saman veriyor ineklerine, kışın bitki örtüsü yeterli gelmiyor çünkü.

Önde görülen buğday tarlası, küçük bir alan. Çitlerin arkasında ise başka bir bahçede tavuklar var. Tavuklar ineklerin dışkısını beklediler bir heves, ben fotoğraflarken de dışkıda eşeleniyorlardı. Buğday tarlasına giremiyorlar, girerlerse tüm bitkileri yiyorlarmış. Yan tarafta tavuklara özgü başka bir bahçe var.


Nurten Yenge ineklerinin altını temizlemeden yatmıyor, çünkü inekleri temiz yerde uyusunlar istiyor. Başka işleri de var ama ineklerinden de gelir elde ediyor. Ben zaman zaman sütümü, tereyağımı Nurten Yenge'den alıyorum. Müthiş enerji dolu, minicik bir kadın, sürekli vızır vızır koşturuyor. Her gidişimizde kızıma şeker ikram ediyor. 5 litrelik sütü 8 TL'ye satıyor. 10 TL verirsem mahcup olmamak için 2 TL'sini yanında bulunduruyor, böyle de bir insan.

İneklerin sütleri kaynatıldığında üstü böyle sapsarı kaymak tutuyor.

Burası da Kasaba Köyü'nde bir ahır.

Sütümü çoğu zaman Mukaddes Teyze'den alıyorum. Mukaddes Teyze Kasaba Köyü'nde eşi, oğlu, gelini ve iki torunu ile birlikte yaşıyor. Diğer oğlunun evi de kendi bahçesi içinde kalıyor, ondan da torunları var. Eşinin emekli maaşı var. Birlikte yaşadığı oğlu da köydeki bir fabrikada haftanın 6 günü çalışıyor. Bir günlük izninde de annesi ile birlikte alış veriş yaptığım pazara gelip, yetiştirdiği ürünleri satıyorlar. Neşe dolu, güler yüzlü insanlar.

3 tane ineği var. Tereyağını, köy peynirini kendisi yapıyor. Hem ailesi yiyor, artanını da satıyorlar. Bana cep telefonu numarasını verdi. Pazara gidemeyeceğim günler haber veriyorum ki benim için ayırdıkları sütü satmadan evlerine geri götürmek zorunda kalmasınlar, çünkü benim gelmemi bekliyorlar. Mart ayı civarında Mukaddes Teyze beni uyarıyor: "Hayvanlar tamamen dışarıda otlamaya başladılar. Bu nedenle sütün tadı değişti. Tereyağımız da artık kışınki gibi beyaz değil, sarı olacak.". İnsan daha başka ne ister?


Mukaddes Teyze'nin yer sofrasında kendi üretimleri olmayan hiçbir şey yok.

Bizim kasabadaki pek meşgul hanımların evlerine misafir gelecek diye akılları çıkarken, hayvan bakan, sebze yetiştiren Mukaddes Teyze beni evine konuk etti. Sofrasını kurdu, bir de elim boş gitmeyeyim diye hediye verdi bana, kendi salçası tarhanası... Hangimiz evimize gelen misafire hediye veriyoruz?

Mukaddes Teyze'nin serası

Mukaddes Teyze çoğunlukla yeşillik yetiştiriyor. Maydanoz, kuzu kulağı, dereotu, roka, kıvırcık salatanın her türü, yeşil soğan, pırasa vs.


Mukaddes Teyze benim için bahçesinden hediyeler devşirirken.

Mukaddes Teyze'nin oğlu da bahçenin diğer tarafında hediye ararken.


Mukaddes Teyze'nin değişik cinslerde müthiş balkabakları yetiştirdiğini de söylemiş miydim?
Bamya da var.

Bamya tohumu isteyip sevdiklerime göndereceğim bu sene.

Ben bu kırmızı biberlerden aldım. Kuruttum. Hem pişirirken yemeklere bütün bütün katıyorum, hem de bilendırdan geçirdim, yemeklere kırmızı pul biber yerine ekiyorum.
Bu da biberlerin kurutulmuş hali...

İşte Mukaddes Teyze'nin biberleri bizim evde....



Mukaddes Teyze'nin bahçesi ve serası organik ekim için gerekli olan ana yoldan bilmem kaç kilometre içeride olma zorunluluğunu karşılıyor.

Bu da sevimli köpekleri. Hiçbir çiftlik köpeksiz kalmamalı :)

Bu kadar çalışan insanlar bir de odun kesiyorlar kendileri için. Hepsi de sapasağlam insanlar, maşallah diyeyim.
Bir de benim pazardan tavuk aldığımı görünce kızdılar. "Bize söyle önceden, biz sana keser getiririz" dediler. Mukaddes Teyze ağırlığı ile, hali tavrı ile pazardaki herkesten daha farklı bir insan, uzaktan görünce bile anlaşılıyor. Ben ahlakın bir bütün olduğuna inanırım. Örneğin karısını aldatmış adama iş hayatında da güvenmem. O konuda ahlaksız, bu konuda ahlaklı olunabileceğine inanmam. O nedenle bence eğer bir insan güvenilir biriyse iş hayatında da güvenilirdir. Pazarda aldatıldığım da oldu ama sonunda güvenilir olanları ayırt etmeyi başardım sanırım.

Özgür gezen tavuklar...
Bulunduğum bölgede organik ürün bulmak zor, yerel yetiştiriciye ulaşmak ise kolay. İstanbul'da durum tam tersi. Yine de yaşadığım yer olan Halkalı çevresinde hem tarım yapan hem de sütçülük yapanları bulmuştum, bizzat gidip hem muhabbet ediyor hem de alışveriş yapıyordum. Biraz daha uzağa gitmeyi göze alabilenler için yakında Çatalca var. Sarıyer ve Beykoz köyleri var ama üçüncü köprüden sonra durum ne olur bilemiyorum. Köylere bizzat gitmek istemeyenler için organik yazımda yer verdiğim organik pazarlar haricinde, Kasımpaşa Kastamonu Pazarı'nda diğer adıyla Tarihi İnebolu pazarında Kastamonulu üreticilerle bizzat tanışarak alışveriş yapılabilir ( Şuradan bir fotoğraflara göz gezdirin lütfen: http://cafefernando.com/turkce/kasimpasa-kastamonu-pazari/). Üsküdar'ın meşhur Cuma Pazarı'nda da Kandıralı Köylüler'in satış yaptıkları bir bölüm var. Bunlar benim bildiklerim, tanıdıklarımın alışveriş yaptıkları yerler. Başkaları da vardır muhakkak, konu komşu ile biraz muhabbet, esnafa bir iki soru ile rahatlıkla bulunur yakındaki köylü pazarı bölgeleri ve varsa yerel yetiştirici ve besicilerin yerleri.

(Organik beslenme ile ilgili bir görüş için bkz: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/12/organik-besin-yemeli-miyiz.html)

Neden yerel çiftçilerden beslenmeliyiz?

  • Yerel üreticilerden beslenmek hem sağlığınıza, hem aile bütçenize, hem de çevreye katkı sağlar.
  • Mevsiminde yenen yiyecekler lezzetinin doruğundadır, bol bulunurlar ve bol oldukları için ucuzdurlar.


Pembe tatlı elma zaten mevsim dışı bulunmuyor, mevsiminde de kilosu 1,5 TL.
  • Yerel üreticilere harcanan bir lira, yerel ekonomi içinde iki kat daha fazla gelir üretir. Migros'tan alışveriş yaparken harcamamızın bir kısmı ile İsviçre ekonomisini desteklediğimizi akılda tutmakta fayda var.

Mevsiminde narın kilosu 1 TL.

  • Yerel üretim içinde beslenen hayvanlar daha insanca muamele görür ("İnsanca" kelimesi burada günümüzde yaşayan insanların gerçek davranışlarını değil de olmasını arzuladığımız daha güzel ve düşsel bir dünyadaki davranışları kastetmek üzere kullanılmıştır.).

Mukaddes Teyze'den aldığım horoz ibiğinin altında duran iri yumurta ördek yumurtası. Begonvilin altında duran ise tavuk yumurtası... Tavuk yumurtasını aldığım kadın da bir keçi çobanı, tüm gününü keçilerle birlikte dağda bayırda geçiriyor, tavukları kendi kendilerine etrafta dolanıyorlar.

  • Yerel gıda dünyayı dolaşarak başka ülkelerden gelmiş olan veya en iyi koşullarda yetişse bile ülkenin diğer ucundan size kadar gelen yiyeceklerden daha besleyicidir, sağlığınız ve bağışıklık sisteminiz için daha faydalıdır. (Ülkenin diğer ucundan kolilerle yiyecek getirtmenin bence hiçbir manası yok.)

İşte yumurta böyle de güzel bir şey :)

  • Dedelerimiz ve önceki nesillerin tümü yerel besleniyorlardı. Kendi bulunduğumuz toprak üzerinde yetişen yiyecekleri yemek sezgisel olarak bizden bir parçadır. (TRT'de Reçetesiz Hayat isimli bir program yapıyordu Dr. Yasemin Bradley. Bir programında denk gelmiştim. Uzun ömürlü insanların yaşadığı bir köyde tarçın istemiş, tüm köye haber salmışlar da tarçın bulamamışlar. Köylüler "Bizim köyde tarçın yetişmez ki?" demişler. Şu röportajında da uzun yaşayan insanların kendi yetiştirdikleri ürünlerle beslenen kişiler olduklarını söylüyor: http://www.trthaberdd.com/haber/detay/110/dr_yasemin_bradleyle_recetesiz_hayat)


  • Tanıdığınız bir köylüden alışveriş yaparken onun işini madden desteklediğinizi hissetmek güzel bir duygudur. Yetiştiriciliği ve besiciliği insanlar kendi ailelerinden öğreniyorlar ve bir sonraki nesle öğretebilmek yani işlerini devam ettirebilmek için sizin desteğinize ihtiyaçları var.
Bir amca bu tahta işlerini elleriyle yapıyor. Hangi ağaçtan yaptığını, özelliklerini tek tek anlatıyor. İstanbul'da tahta düğme bulabilen var mı? Düğmelerin hemen hemen hepsi artık plastikten yapılıyor.

  • Mevsiminde ve dalından koparılır koparılmaz yenilen gıda daha lezzetlidir.
 
Papatyalarla birlikte mis kokulu çilekler de çıkıyor.
  • Yerel üreticiler küçük veya orta ölçekli çiftçilerdir. Bu tür çiftliklerde daha sürdürülebilir yöntemlerle yetiştiricilik yapılır ve bu da hem vücudunuz hem de dünya için daha sağlıklıdır. Üzerinden uçakla uçulup, uçaktan kimyasal ilaçlama yapılacak kadar geniş alanlardaki tek tip yiyeceklerin yetiştirilmesi için daha fazla kimyasal ilaç kullanılmak zorunda kalınıyor.
 
Satıcının tezgahındaki ürün bu kadar. 3 kilo havuç almak isteseniz yok. Çünkü üretebildiği bu kadar, belli ki küçük ölçekli bir çiftçi.
  • Yerel yiyecekler masanıza gelinceye kadar konvansiyonel yiyeceklerden 30 kez daha kısa mesafe kat eder (Süpermarketlerde satılan yiyeceklerin kat ettiği mesafe ortalama 2500 kilometre iken köylü pazarındaki yiyecekler ortalama 80 kilometre yol katederler).
 
Marketteki hazır turşu ile bunun katettiği mesafe aynı olabilir mi?
  •  Yerel beslenirseniz yiyecekleriniz ile doğrudan bir bağınız olur; yiyeceğin nereden geldiğini bilir ve hatta onu yetiştiren kişiyi tanırsınız.
  •  Yerel ürünlerle hazırlanmış bir sofra kurduğunuzda gurur duygusu hissedersiniz. Yediğiniz gıdayı yetiştirmiş olan köylü de yetiştirdiği ürünle benzer şekilde gurur duyar.
  •  Yerel yetiştirilmiş ürünler unutulmaz bir hikaye yaratılar. Gıdaların masanıza gelene kadar başlarından geçenlerin hikayesini bilmek, yemek keyfinin güçlü bir parçasıdır.
  • Köylü pazarlarında aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Sebze meyve dışında tahıllar, bakliyatlar, konserveler, tarhana, pekmez, bal, peynir zeytin vs. hemen hemen her tür yiyecek ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz.
  •  Köylü pazarından alışveriş etmek daha eğlencelidir, pazar çok renkli ve güzeldir, insanları izlemek mümkündür ve üstelik açık havadadır. 
Bulunduğumuz kasaba meydanında "Buralarda çiğ taze fasulye, havuç ve kırmızı lahana yiyerek dolaşan bir kız var mı?" diye sorarsanız bize ulaşmanız çok kolay olur :)