Ben sistem karşıtıyım...
Bu cümleyi kurar kurmaz, karşımdakinin yüz ifadesi genellikle değişir. Anladığım kadarıyla "sistem karşıtı" olmak anarşist, komünist vb bir takım -izm'lerle veya vatan millet, devlet ve hatta daha da spesifikleştirilerek hükümet düşmanı olmak gibi anlaşılıyor. Benim de kendime göre bir siyasal ve dünya görüşüm var elbette. Ama tüm zamanlarda, tüm insanlık için mutlak tek bir doğru olduğuna inanmadığımdan ve değişik fikirlerin bir arada olmasının en sağlıklısı olduğunu gördüğümden, kendi siyasal düşüncemden pek bahsetmem; benim düşüncem doğrudur, sizinki yanlıştır iddiasında bulunmam. Ancak sistemin bozuk olduğu konusunda son derece iddialıyım. Gel gör ki kastımı anlatmaktan acizim...Baktım ki derdimi anlatamıyorum, ben de uzun süredir "sisteme karşıyım" cümlesini kurmuyordum. Ama okuduğum bir kitapta, bir ekonomik meselle karşılaştım ki bundan daha yalın ifade edilemezdi anlatmak istediklerim. Bu meseli paylaşmak istiyorum.
Meseli yukarıda gördüğünüz kitaptan olduğu gibi aktarıyorum. Kitabı aşağı yukarı altı aydır okuyorum desem yalan olmaz, hala yarısına gelmeyi bile başaramadım. Gerçekten dolu bir kitap, yavaş yavaş özümseyebiliyorum okuduklarımı... Bahsi geçen mesel kitabın 93 ila 96'ıncı sayfaları arasında, kitabın yazarı da başkasından alıntılayıp daha da geliştirmiş hikayeyi. Kitabın yazarı Charles Eisenstein bu meseli, sıra dışı bir ekonomi vizyoncusu olan Bernard Lietaer'in The Future of Money isimli kitabından alıntılamış. Meselde faize dayalı para sisteminden doğan ve sürekli büyümeye dayalı ekonomik sistemin dünyayı ve insanlığı getirdiği yer çok net betimlenmiş. Bu meseli okuduktan sonra bir ekonomist ya da Başbakan çıkıp da "Bu sene bu kadar büyüdük, ekonomimize şu kadar para girdi, gayri safi milli hasılamız bilmem ne kadar arttı" dediğinde, dönüp cebine bakıp "Nerede arkadaş bu kadar para? Ve neden ben bu kadar zenginleşmiş bir ülkede dünden daha kötü koşullarda (pis hava, su, toprak, zehirli yiyecekler vs vs) yaşamak zorunda kalıyorum?" diye sormayı akıl eden birine, ayrıntılı açıklama yapabilirim belki ve göğsümü gere gere "Ben bu sisteme karşıyım arkadaş!" diyebilirim. İşte kıssadan hisse hikaye:
On Birinci Halka (The Eleventh Round)
Not: Meseldeki "tavuk" kelimesinin karşılığını "mal ve hizmetler" olarak okuyabilirsiniz.
Bir zamanlar, taşradaki küçük bir köyde insanlar tüm işlerini takasla yaparlardı. Her pazar günü yanlarında tavuklar, yumurtalar, jambonlar ve ekmeklerle etrafta dolaşıp, ihtiyaç duydukları şeylerin değiş tokuşu için uzun uzun pazarlık ederlerdi. Yılın, hasat ya da bir fırtınadan sonra aralarından birinin ahırnını büyük bir onarıma ihtiyaç duyması gibi önemli dönemlerinde, eski ülkelerinden getirmiş oldukları, birbirlerine yardım etme geleneğini hatırlarlardı. Günün birinde kendilerinin bir sorunu olduğunda başkalarının da onlara yardım edeceğini bilirlerdi.
Bir pazar gününde, parlak siyah ayakkabıları ve şık beyaz şapkasıyla bir yabancı gelip, tüm bu süreci müstehzi bir gülümsemeyle seyretti. Çiftçilerden birini büyük bir jambon karşılığında değiş tokuş etmek istediği altı tavuğu yakalamak için koştururken gördüğünde kendini gülmekten alamadı. "Zavallılar", dedi, "ne kadar ilkeller". Çiftçinin karısı onu duyup meydan okudu: "Tavuklarla daha iyi başa çıkabileceğini mi sanıyorsun?". "Tavuklarla hayır," diye yanıt verdi yabancı. "Ama tüm bu dalaşı ortadan kaldırmanın daha iyi yolları var.". "Öyle mi, neymiş o?" diye sordu kadın. "Şuradaki ağacı görüyor musun?" dedi yabancı. "Orada aranızdan birinin büyük bir sığır derisi getirmesini bekleyeceğim. Sonra her aile bana gelsin. Bu daha iyi yolu açıklayacağım."
Ve işte böyle oldu. Sığır derisini alıp kusursuz deri halkalar kesti ve her halkanın üzerime şık ve zarif küçük bir damga vurdu. Sonra her aileye 10 halka verdi ve bunların her birinin bir tavuğun değerini temsil ettiğini söyledi. "Artık ticaretinizi ve pazarlığınızı baş belası tavuklar yerine bu halkalarla yapabilirsiniz", diye açıkladı.
Mantıklı görünüyordu. Parlak ayakkabılı, hoş şapkalı adam herkesi etkilemişti.
Ailelerin hepsinin kendi halkalarını almalarını bekledikten sonra, "Ah, aklıma gelmişken", diye ekledi, "bir yıl sonra geri gelip aynı ağacın altına oturacağım. Her birinizin bana 11 halka geri vermenizi istiyorum. Bu 11. halka, yaşamlarınızda mümkün kıldığım teknolojik gelişim için hissettiğiniz takdirin simgesi olacak.". Altı tavuklu çiftçi, "Ama 11. halka nereden gelecek?" diye sordu. Yüzünde yatıştırıcı bir gülümsemeyle, "Göreceksiniz", dedi adam.
Ertesi yıl boyunca nüfusun ve yıllık üretimin tam olarak aynı kaldığı varsayılırsa, ne olacağını düşünüyorsunuz? 11. halkanın hiç yaratılmamış olduğunu unutmayın. Dolayısıyla, işin sonunda, herkes işlerini gayet iyi yürütse bile, diğer 10 ailenin 11. halkayı bulabilmesi için her 11 aileden birinin tüm halkalarını kaybetmesi gerekecek.
Böylece bir fırtına ailelerden birinin ekinlerini tehdit ettiğinde, insanlar felaket gelmeden önce hasadın ılyardım etmeye zamanlarını ayırmakta eskisi kadar cömert davranmadılar. Pazarda tavukların yerine halkaların değiş tokuş edilmesi çok daha kolaydı gerçi, ama yeni oyunun köyde geleneksel olan kendiliğinden iş birliğini kösteklemek gibi istenmedik yan etkisi olmuştu. Yeni para oyunu bunun yerine, tüm katılımcılar arasında sistemsel bir rekabet havası yaratmaktaydı.
Bu mesel, faiz yüzünden rekabet, emniyetsizlik ve açgözlülüğün ekonomimize nasıl işlediğini göstermeye başlıyor. Yaşamın gereksinimleri faizli paraya dayandığı sürece bunlar hiçbir zaman ortadan kaldırılamazlar. Ama şimdi öyküye devam ederek, faizin aynı zamanda nasıl sonsuz bir ekonomik büyüme baskısı yarattığını görelim.
Lietaer'ın öyküsü temelde üç şekilde sona erebilir:
- Borcun ödenememesi,
- Para arzında artış ya da
- Servetin yeniden dağıtılması.
On bir aileden biri iflas edip çiftliğini şapkalı adama (banker) teslim edebilir ya da başka bir sığır derisi bulup daha fazla değer birimi üretilebilir ya da köylüler bankeri katrana bulayıp, halkaları geri ödemeyi reddedebilirler. Tefeciliğe dayalı bir ekonomi de aynı seçeneklerle karşı karşıyadır.
Şimdi köylülerin şapkalı adamın etrafına toplanıp şöyle dediklerini hayal edelim: "Bayım, kimsenin iflas etmesine gerek kalmasın diye bize fazladan halka verebilir misiniz lütfen?"
Adam, "Olur, ama yalnızca geri ödeyebileceğine beni temin edenlere veririm.", der. "Her halka bir tavuk değerinde olduğuna göre, bana borçlu oldukları halka sayısından fazla tavuğu olanlara borç olarak yeni halkalar vereceğim. Böylece, halkaları geri ödemezlerse onların yerine tavuklarına el koyabilirim. Ah, bir de çok iyi bir insan olduğumdan, gelecekte daha fazla tavuk üreteceklerine beni inandırabilirlerse, şu anda fazladan tavuğu olmayanlar için bile yeni halkalar yaratırım. Yani, bana iş planınızı gösterin! Güvenilir olduğunuzu gösterim (köylülerden biri size bu konuda yardım etmek için "kredi raporları" hazırlayabilir). %10 oranıyla borç vereceğim - akıllı bir tavuk yetiştiricisiyseniz her yıl tavuk sürünüzü %20 büyütebilir, bana borcunuzu ödeyebilir ve kendiniz de zenginleşebilirsiniz." (İşte bu faiz nedeniyle, herhangi bir zamanda borçlu olunan para, mevcut para miktarından fazladır. Devlet 10 birim para basar ve parayı halka, 11 birim olarak geri ödemesi şartıyla dağıtır. Dolayısıyla halkta esasen 10 birim para varken, 11 birim para borçlanılmaktadır.)
Köylüler, "İyi görünüyor, ama yeni halkaları %10 faizle yaratacağınıza göre, yine de sonunda size geri ödeme yapmak için yeterli halka olmayacak", derler.
"Bu sorun olmaz", der adam. "Zamanı geldiğinde daha fazla halka yaratacağım ve bunların vadesi geldiğinde de yine daha fazla yaratacağım. Yeni halkalar yaratıp borç vermeyi her zaman isteyeceğim. Daha fazla tavuk üretmeniz gerekecek elbette, ama tavuk üretimini arttırmayı sürdürdüğünüz sürece soru olmayacak."
Bir çocuk yanına gelip, "Özür dilerim, bayım, ailem hasta ve yiyecek almak için yeterince halkamız yok. Bana yeni halkalar verebilir misiniz?" der.
"Kusura bakma, ama bunu yapamam", der adam. "Görüyorsun ya, yalnızca bana geri ödeme yapabilecek olanlar için halka yaratıyorum. Ailenin teminat gösterebileceği tavukları varsa ya da biraz fazla çalışarak daha fazla tavuk üretebileceğini kanıtlayabilirsen sana halka vermekten mutluluk duyarım."
Birkaç talihsiz istisna hariç, sistem bir süreliğine gayet iyi işledi. Köylüler tavuk sürülerini, şapkalı adama geri ödeme yapmak için ihtiyaç duydukları fazladan halkaları elde edecek kadar hızlı büyüttüler. Aralarından bazıları -talihsizlik ya da beceriksizlik gibi- herhangi bir nedenden ötürü gerçekten iflas ettiler ve daha talihli, daha becerikli komşuları çiftliklerini devralıp onları da iş gücü olarak işe aldılar. Ama genel olarak bakıldığında tavuk sürüleri para arzıyla birlikte yılda %10 büyüdü. Köy ve tavuk sürüleri öylesine büyümüştü ki, şapkalı adama onun gibi pek çok adam daha katıldı ve hiç durmadan yeni halkalar kesip, daha fazla tavuk yetiştirmek için iyi bir planı olan herkese dağıttılar.
Zaman zaman sorunlar yaşandığı oldu. Öncelikle, bu kadar tavuğa (esasen mal ve hizmete) kimsenin ihtiyaç duymadığı ortaya çıktı (Bir insanın gerçekte kaç tane elbiseye ihtiyacı vardır?). Çocuklar "Yumurtadan bıktık", diye sızlandılar. Ev kadınları, "Artık evdeki her odada tavuk tüyü yatak var", diye yakındılar. Köylüler tavuk ürünlerinin tüketimini arttırabilmek için her yola başvurdular (Örneğin elbise tüketimini arttırabilmek için modayı yarattılar.). Her ay yeni bir tavuk tüyü yatak ve onları saklayabilmek için daha büyük evler almak, tavuklarla dolu avlular yaptırmak moda oldu (Şaşırtıcı olmayacak bir şekilde tavuklar, yani mal ve hizmetler değersizleşti. Artık bozulanı atıyoruz, çünkü zaten yeterince fazla var, tamirle "uğraşmaya" gerek yok.). Öteki köylerle çatışmalar çıktı ve bunlar yumurta savaşlarıyla çözüldü. Şapkalı adamın kayınbiraderi olan belediye başkanı, "Daha fazla tavuk talebi yaratmalıyız", diye bağırıyordu. "Böylece hepimiz zenginleşmeyi sürdüreceğiz." (Tavukların sayısı arttıkça, insanların tavuklara hizmet etmek zorunda kalacakları da aşikar. Bir süre sonra o mal ve hizmetlere, biz hizmetçi oluyoruz. Daha büyük bir ev alabilmek için kredi borcuna giriyor, evlerimizi temizletebilmek için başka hizmetlilere ücret ödemek zorunda kalıyor, onların ücretlerini ödeyebilmek için daha çok çalışıyor, çalıştığımız için çocuklarımıza bakmaları için başka hizmetçiler tutuyoruz. Çocuklarımıza aldığımız oyuncakları toplu tutabilmek için bile ayrı bir hizmetli gerekiyor neredeyse. Tüm bunları karşılayabilmek için daha da fazla çalışıyoruz. Hem biz, hem de çocuklarımız yalnız ve izole hayatlar yaşamaya başlıyoruz. Bu yalnızlığımızı sonlandırabilmek için yapay yollara başvuruyor, bu yollar için de ayrıca para ödemek zorunda kalıyoruz. Kısır döngü...)
Bir gün köyün yaşlılarından biri, bir sorun daha fark etti. Köyü çevreleyen tarlalar bir zamanlar yeşil ve bereketliyken artık kahverengi ve pisti. Tüm bitkiler tavukları besleyecek tahılın yetiştirilmesi için sökülmüştü (İstanbul'un çevresindeki yeşil alanlar ile tarım alanları, içlerindeki tüm canlılar ile birlikte, yeni otoyollar ve lüks siteler yapılmak üzere kesiliyor, yok ediliyor.). Bir zamanlar balıkların kaynaştığı göletler ile dereler artık tavuk dışkısıyla (ya da endüstriyel atıklarla) dolu, pis kokulu lağım çukurlarına dönüşmüştü. Yaşlı kadın, "Bu durum sonra ermeli!" dedi. "Tavuk sürülerimizi büyütmeyi sürdürürsek çok geçmeden tavuk bokunda boğulacağız!"
Şapkalı adam onu bir kenara çekip yatıştırıcı bir ses tonuyla, "Merak etme, yolun ilerisinde bereketli tarlaları olan başka bir köy var", dedi. "Köyümüzün erkekleri tavuk üretim için onlarla anlaşmayı planlıyorlar (Neden yabancı ülkelerin şirketlerinin, bizim ülkemize gelip fabrika, tesis vs kurduğunu düşünüyorsunuz? Bizim ülkemizin halkına istihdam sağlamak için mi?). Kabul etmezlerse de... eh, bizim sayımız onlardan fazla (ABD, Irak'a demokrasi getirmek için mi girmişti?). Zaten büyümeye son verme konusunda ciddi olamazsın. Aksi takdirde komşuların borçlarını nasıl ödeyecekler? Ben nasıl yeni halkalar yaratabileceğim? Ben bile iflas ederim."
Ve böylece, birer birer tüm köylüler, aslında kimsenin ihtiyaç duymadığı devasa tavuk sürülerini saran pis kokulu lağım çukurlarına dönüştü ve büyümenin birkaç yıl daha sürdürülebilmesini sağlayacak, geriye kalmış az sayıdaki yeşil alan için birbirleriyle savaştılar (İstanbul halkının üçüncü köprü ve "Çılgın Projeler"e karşı, yani büyümeye karşılık doğasını kurban etmemeye yönelik direnişini neden desteklediğimi daha iyi açıklayamazdım sanırım. Mesela bir bankaya gidip, "Bu ormanı kesilmekten kurtarmak üzere satın almak için 1 milyon lira kredi istiyorum", dediğinizi varsayalım. "Bu şekilde ormandan bir gelir elde edemeyeceğim, dolayısıyla size faiz ödeyemeyeceğim. Ama parayı geri almanız gerekirse ormanı satabilir ve bir milyon doları size ödeyebilirim.". Ne yazık ki bankacı, yüreği evet demek istese bile, teklifinizi reddetmek zorunda kalacaktır. Ama bankaya gidip, "Bu ormanı satın almak, buldozer kiralamak, tüm ağaçları kesmek ve keresteyi toplam iki milyona satmak için bir milyon dolar rica ediyorum. Bu 2 milyon dolardan size %12 faiz ödeyeceğim ve birazcık da ben kâr edeceğim", derseniz, bankacı teklifinizi kabul edecektir. İlk örnekte hiçbir yeni mal ve hizmet yaratılmayacağından, para verilmez. Para, yeni mal ve hizmet yaratanlara gider. Yani Çılgın Projeleri durdurmak için, projenin olası getirisinden fazla paranız yoksa, projeleri durdurmanız imkansızlaşıyor.). Ancak ellerinden geleni yapmalarına rağmen büyüme hızı düşmeye başlamıştı. Büyüme yavaşladıkça gelire oranla borç artmaya başladı ve köylülerin pek çoğu ellerindeki halkaların tümünü yalnızca şapkalı adama borçlarını ödemek için kullanır oldular (Kredi kartı borçlarını ödeyebilmek için sürekli borç yapılandırmasına giden, yani bir bankadan daha yüksek faizli aldığı borç ile diğer bankadaki borcunu kapatarak, sürekli borç ödeyerek yaşayan insanların sayısı benim etrafımda bile oldukça fazla.). Aralarından pek çoğu iflas etti ve şapkalı adama karşı yükümlülüklerini kendileri de güçlükle karşılayabilen işverenler için ancak geçinmeye yetecek ücretlerle çalışmak zorunda kaldılar (Bu durumda çalışmak artık eğlence veya üretmek amacının dışında, borç ödemeye yönelik bir tür köleliğe dönüyor. Dünyanın en büyük şirketinin CEO'su bile olsanız, en fazla pranganızın zinciri diğer kölelerden biraz daha uzun oluyor... Teknolojik gelişmeler hariç bilimin hiçbir türünde ilerleme sağlanamamasının nedeni de bu olsa gerek. Einstein'in kazandığı Nobel Ödülü ile karısına ve oğluna olan nafaka borcunu ödediğini biliyor muydunuz?.). Tavuk ürünlerini satın alabilecek insan sayısı giderek azaldı ve bu da talebin ve büyümenin sürdürülebilmesini iyice zorlaştırdı. Çevreyi mahveden bu aşırı tavuk bolluğunun ortasında, yaşamak için gerekli olanları zorlukla elde edebilen insanların sayısı giderek arttı ve bu da bolluk içinde kıtlık paradoksunu yarattı.
İşte günümüzde durum böyledir.
Ve şunu da eklemek istiyorum ki, o beyaz şapkalı adam bir tür şeytan değil. O adam, sen ve beniz. Yani herkes kukla, ama kuklacılar yok... Kendi kurduğumuz sistemin kısır döngüsünde eriyoruz ve bireysel kurtuluş ne yazık ki mümkün değil...