24 Mart 2014 Pazartesi

Fırında Tarçın Burguları Nasıl Yapılır?



Elimden geldiğince paketli ürün almıyorum. Ama elbette evde çocuk var ve şekerli bir şeyler yemek istiyor. Bu konuda da pek becerim olmadığından, bulabildiğim en basit tarifleri yapmaya çalışıyorum. Bu ruloları hazırlaması çok kolay. Hamurunda 2 adet yumurta var, yumurta yemeyen çocuklara yumurta yedirmenin bir başka yolu olarak da kullanılabilir. Ayrıca galeta gibi yanıma alıp, kızım dışarıda bakkaldan filan bir şeyler istediğinde hemen çantamdan çıkarıp ikram da edebiliyorum.
 
Hamuru için:
(Not: Mayalı hamurun başarılı bir şekilde kabarabilmesi için istisnasız tüm malzemelerin oda sıcaklığında olması gerekiyor.)
  • 1 yemek kaşığı aktif kuru maya (1 paket yaş maya)
  • 1 su bardağı ılık süt
  • 1/3 su bardağı toz şeker
  • 1/2 su bardağı tereyağı
  • 4 su bardağı un (uygun kıvam bulunana kadar arttırılabilir)
  • 2 yumurta
  • 1 çay kaşığı tuz
 
Üstü için:
(Not: Malzemelerin hepsi damak tadınıza ve ortaya çıkan hamurun miktarına uygun olarak arttırılabilir.)
  1. 1/2 bardak kahverengi şeker (Beyaz toz şeker de olabilir ama kahverengi şeker, tarçınla daha şık duruyor. Glisemik indeksi daha düşük bir tatlı istiyorsanız aynı ölçüde hindistancevizi şekeri de kullanabilirsiniz.)
  2. 1/4 bardak erimiş tereyağı
  3. 2 çay kaşığı tarçın
 
 
Hazırlanışı:
  1. Malzemeleri karıştırıp 15 dakika kadar yoğurun ve 1 saat kadar dinlendirin. Bu sırada hamur kabaracaktır.
  2. Fırını 190 derecede ısıtın.
  3. Hamuru dikdörtgen olacak şekilde açın. Uzunlamasına, erişte hamuru kesiyormuş gibi kesin.
  4. Her şeridi önce tereyağına batırın.
  5. Sonra her bir şeridi tamamen şeker ve tarçın karışımına bulayın.
  6. Şeritleri iki ucundan tutup aksi yönlere doğru her iki tarafından çevirmek suretiyle burun.
  7. Burguları fırın tepsisine yerleştirin. 10 dakikada tepside bekletmek suretiyle tepsi mayası yapın.

  8. 190 derece ısınmış fırında 15-20 dakika pişirin. Pişirme süresi burguların kalınlığına göre değişecektir. Üzerlerindeki tarçın kahverengi olunca pişmiş demektir.
 
Burguları ince yaparsanız tarçın tadını daha yoğun alıyorsunuz. Kalın burgular ise daha çok kurabiyeye benziyor.

 

12 Mart 2014 Çarşamba

Hamilelikte Anne Adayının Neler Yapması Gerekir?



Eskiden genç biri öldüğünde "Hayata doyamadan gitti" diye ölen kişi adına üzülürdüm. Anne olduktan sonra "Giden kurtuldu, ya annesi nasıl yaşayacak bu acıyla?!" diye yanıyorum. Bin bir eziyetle karnında taşı, bedenini ver doğur, yedirmek giydirmek yaşatmak için kendini feda et, saçının bir teline zarar gelmesin diye deli divane ol, o acı çektiğinde sen ondan daha çok acı çek... Sonra biri gelsin, alsın yavrunu elinden... Tarifi imkansız bir acı olmalı, tahayyül bile edemiyorum. Ömür boyu boğazında bir yumruk, göğsünde bir taş ile yaşamak gibi olmalı; tarif edemiyorum. Evladını kaybeden analara, babalara sabır diliyorum...

Bu yazımda da hamilelikteki zorluklarla başa çıkma biçimimi anlatmıştım. Bir insan annesinin rahminde oluşurken, o anne neler neler yaşıyor... Kolay mı var oluyor bir can?
-----------------------------------------------------------------------------------------------


İkinci hamileliğimi, birincisinden oldukça farklı yaşamaya çalışıyorum. Keşke yapsaydım ya da keşke yapmasaydım dediklerimi paylaşmak isterim:
 

1. Hamilelik öncesi tetkiklerinizi yaptırın:
 
Eğer planlı olarak hamile kalıyorsanız kan, idrar ve hormon tahlillerinizi yaptırın. Herhangi bir sorun ortaya çıkar da tedavi gerekirse, hamileliğinizi ertelemeniz gerekebilir. O nedenle bence evlendikten sonra düzenli olarak her yıl genel kontrolden geçmekte fayda var.
 
İlk hamileliğimden önce "Ben bu gözlüklerle çocuk bakamam" deyip lazerle gözlerimi çizdirmiştim mesela. Doğru bir karar vermişim.
 
Hamilelik öncesi toksoplazma testi de yaptırmayı unutmayın. Hamilelik sonrası yapılan testlerde toksoplazma pozitif çıkınca bazen bunun hamilelik dönemi içerisinde mi yoksa çok öncesinde mi ortaya çıktığını anlayamıyorlar. O tür bir stresin de önüne geçmiş olursunuz.
 
Eğer olmanız gereken bir aşınız varsa, onu da olun.
 
Doktorlar hamile kalmak isteyen anne adayına vitamin hapı öneriyorlar. Folik asit hamileliğin ilk haftalarında, henüz hamile kaldığınızı anlayamadığınız ilk 4-5 haftada, bebeğin beyin gelişimi açısından önemliymiş. O nedenle hamile kalmadan kullanmaya başlamak gerekiyormuş. Kontes'e planlı hamile kaldığım için kullanmıştım. Bu hamileliğimde ise hiçbir hap kullanmadım. Çünkü vitamin hapı bile olsa, onların da içinde doğal olmayan yabancı maddeler var. Ayrıca fark ettim ki vücudumu iyi dinlersem, vücudum beni yönlendiriyor. Birçok hamilenin turşuya aş erdiğini duymuşuzdur mesela. Turşunun içinde folik asit varmış. Ve insanın canı hamile kaldığını bilemediği ilk 4-5 haftalık dönemde deli gibi turşu istiyor. Ve ayrıca ikinci hamileliğimde, ilkinden farklı olarak taptaze sebze ve meyvelerle, düzenli olarak besleniyordum. Bu nedenle ekstra vitamin hapına gerek görmedim.
 
 
2. Vücudunuzu iyi dinleyin:
 
Yukarıda da anlattığım gibi folik asit ihtiyacı olan vücut, folik asitin turşuda olduğunu biliyor ve turşu istediğini söyleyebiliyor bize. Aynı şekilde başka ihtiyaçlarını da dile getiriyor, biz anlamasak da. Mesela bizim evde çok patates yenmez ama hamileliğimin ilk aylarında deli gibi patates istedi canım. Mümkün mertebe en sağlıklı şekilde pişirerek yemeye çalıştım. Sonra pek et sevmeme rağmen, burnuma buram buram et kokuları gelmeye başladı. Demek ki vücudumun etin içindeki bazı maddelere ihtiyacı var.
 
Bunun tek istisnası demirmiş sanırım. Türkiye'de yaygın olarak bazı bünyeler demiri kanlarında tutamıyorlarmış. Bu nedenle demir hapları ya da iğnesi almaları gerekebiliyormuş. İlk hamileliğimde kontrolsüzce demir kullanıp, üstüne bir de kabızlık çekmiştim. Bu hamileliğimde, hap kullanmaktansa her ay kan tetkiki yaptırırım dedim. Zaten bazı hormonal risklerden dolayı kan tahlili yaptırmam gerekiyordu. Her ay yapılan kan tahlillerime bakarak, vitamin ve diğer ilaçları kullanıp kullanmamaya karar verdim.
 

3. Olumsuz hiçbir lafı duymayın:
 
Nedendir anlamadığım bir şekilde insanlar hamilelere karşı çok düşüncesizce davranıyorlar. Aşağıda saydığım türden bir çok olumsuz ifade duyabilirsiniz, duymamazlığa gelin ya da açıkça sinirlendiğinizi belli edin ki bir daha cüret edemesinler:
 
  • "Çok şişmanlamışsın", "Çok kilo almışsın" ya da "Karnın çok büyük", "İkiz olmadığına emin misin?" vs türü dış görüntünüzle ilgili olumsuz laflar duymanız büyük ihtimal. Kimse sizin hamilelik şekeri, hamilelikten kaynaklanan troid sorunu vs çekip çekmediğinizi düşünmez, vücudunuzla ilgili olumsuz görüşünü bildirmekte bir sakınca görmez. Hatta sizi diğerleri ile karşılaştıran bile olabilir: "A, Ayşe Hanım'ın kızı da 6 aylık ama vallahi karnı hiç belli değil.". Özellikle ikinci ve sonraki hamileliklerde karın daha çabuk belli olur ve daha çok büyür. Hamile olduğunuz süreçte mankenlik, fotomodellik filan yapmayacaksanız, sağlıklı olmaktan başka hiçbir şeyi takmayın kafanıza.
  • "Doğumun yaza/kışa/Ramazan'a/bayram tatiline mi denk geliyor? Çok zorlanacaksın.". Hamile olduğunu öğrenen bir kadın ilk olarak doğum yapacağı tarihi hesaplar zaten. Ayrıca doğum yapacağı tarihteki olası hava durumunu da tahmin edebilir herkes. Kimsenin hatırlatmasına gerek yok. He deyin, geçin.
  • "Onu içmemelisin/bunu yememelisin". İnsanlar hamile kalan kadınların düşünme yetilerini kaybettiklerini mi varsayıyorlar acaba? Karnımdaki çocuğun sağlığını benden iyi kimse düşünemez, dolayısıyla kimsenin bana çocuk muamelesi yapıp  ne yiyip ne içemeyeceğimi söylemesini istemem.
  • Hamilelik ve doğumla ilgili hiçbir olumsuz hikayeyi dinlemeyin. Herkesin anlatacak korkunç bir hikayesi oluyor ve hamile bir kadın görünce de akıllarına ilk olarak bu korku hikayesi geliyor nedense. Söyleyecek güzel bir sözü olan konuşsun, olmayan konuşmasın lütfen. Hamile kadınlar zaten hormonal olarak hassas oluyorlar, bu hassasiyetlerini daha da çok kaşımanın bir anlamı yok.
  • "Çok geç/çok erken hamile kalmışsın" diyerek yaşınızı ima edene de "Size ne" demek en uygun cevap olur herhalde.
  • "Kız mı erkek mi?" sorusuna verdiğiniz cevabı takiben "Olsun, sağlıklı doğsun da gerisi mühim değil". Bu kişi ya bir oğlunuz varken ikincinin de oğlan olmasına üzülmüştür ya da kendince çocuğun cinsiyetini beğenmemiştir. Sinirinizi bozduğunuza değmez.
  • "Hala doğurmadın mı?". Olasılıkla en sık duyacağınız cümle de bu olacaktır? Ben sırf bu nedenle, bu hamileliğimde olası doğum tarihimi 2-3 hafta geç söylüyorum. Ama yine de biliyorum ki koca karnımla etrafta dolaşırken bu soruyla sık sık karşılaşacağım. Tavsiyem "Daha doğumuma 1 ay var" demeniz, belki ertesi gün tekrarlamazlar soruyu... Bir ümit...
 
4. İlk 3 ayın zor geçebileceğini bilin:
 
Hamleliğin ilk üç ayında, bir yandan bebeğin organları yapılanırken, sizin hormon dengeniz de tamamen değişir. Progesteron hormonu, sindirim sisteminizi yavaşlattığında kendinizi çok yorgun hissedebilirsiniz, sabah bulantılarınız ve reflünüz/mide yanmanız olabilir, yemeklere karşı tiksinti, midenizde şişlik hissedebilirsiniz (karnınız kaskatı kesilir), sıklıkla istifra edebilirsiniz, kabızlık çekebilirsiniz. Damarlarınızda dolaşan kan miktarı arttığından dolayı burun kanaması olabilir. Çoğunlukla bu belirtiler 4.-5. hafta ortaya çıkıp, 13-14. haftalarda son bulacaktır. Bu belirtiler daha uzun sürebileceği gibi hiçbir şekilde ortaya çıkmayabilir de... Aynı kadının bile bir hamilelik süreci, diğerine benzemiyor.
  • Herkesten yardım alın: İlk 3 ayda herkesin, özellikle de eşinizin size yardımcı olmasını isteyin. Kafanızı kaldıracak haliniz olmayabilir. Geceleri erken yatıp, geç kalktığınız halde öğlenleri de uyumak isteyebilirsiniz. Günde 15 saat uyumanız bile mümkün. Bulabildiğiniz herkesten, her konuda yardım isteyin. Yerleri süpürür müsün, bir tas çorba pişirir misin, toz alır mısın... "Yardıma ihtiyacın var mı?" diye soran birini asla geri çevirmeyin.
  • Dinlenin: Eğer hamileyken bir de çocuk bakıyorsanız, prensiplerinizi bir kenara atın. Dayanamayacağım şekilde uykum geldiğinde, kapıları kilitleyip, olası tehlikeleri bertaraf ettikten sonra kızıma çizgi film açıp, ben de yanında uyuyordum. Ya da birinden öğlenleri kızımla vakit geçirmesini istiyordum. En fazla 10 hafta sürecek bir süreç.
  • Kilonuzu kafanıza takmayın: Yemek yapmaktan da yemekten de tiksinebilirsiniz, çok normal. İlk hamileliğimde eşimin haftasonu yapıp yemem için bıraktığı taze fasulyeyi yerken televizyonda bir kadın program izliyordum (ne çok vaktim varmış). Benimle aynı haftalarda hamile bir kadının eşi "Daha hamileliğinin başında ama yemek bile yapmıyor" diyerek kadıncağızı babasının evine göndermiş. Kadını dinlerken yediğim lokmalar boğazıma oturmuştu. Her iki hamileliğimde de ilk 3 ay kendim yemek pişiremediğim gibi, pişerken evde bulunduğum yemekten de yiyemedim. Kavrulmuş soğan kokusuna tahammül bile edemedim. Çoğunlukla tostla beslendim. Hatta ilk hamileliğimde ilk 3 ayda 3 kilo verdim. Sorun etmeyin, bu günler de gelip geçecek. Size yardımcı olacak bir yakınınız yoksa ve mali durumunuz müsaitse, gerekirse temizliği bir kenara bırakın ve temizlik için anlaşacağınız bir kadından sizin ve aileniz için ücret karşılığı yemek yapmasını rica edin. Gerekirse yemekleri haftalık yaptırıp buzluğa atın, yeter ki sağlıklı yiyecekler yiyin.
  • Bazı şeylerden vazgeçin: Temizlik takıntınız olabilir, her gün spora gidiyor olabilirsiniz, yoğun bir iş temposunda çalışıyor olabilirsiniz... Mümkün mertebe bu dönemde sadece kendinize öncelik verin. Her gün temizlik yapmasanız, spora gitmeseniz ya da iş temposunu düşürseniz de yaşayabilecekseniz, en düşük tempoya geçin.
  • Protein alın: Vücudunuzda başka bir canlının bedeni oluşuyor. Protein yiyerek desek olun. Canınız tosttan başka bir şey çekmiyor olabilir. En azından tost yerken kaliteli peynir kullanın ya da tostun yanında badem ya da yoğurt yiyin, kefir ya da ayran için.
  • Su için: Su içmek yorgunluk ve bulantıyı azaltacaktır. Eğer normal su midenizi bulandırıyorsa sıcak bitki çayları için. Ya da sıcak bir mevsimdeyseniz buzlu, limonlu su için. Komposto için.
  • Hareket edin: Açık havada yarım saat yürümek hem kendinizi psikolojik olarak daha iyi hissetmenizi sağlar, hem enerji verir hem de derin bir uyku uyumanızı sağlar. İlk hamileliğimde işime arabayla gidip, tüm gün oturuyordum. Bu hamileliğimde sağlığım elverdiği ölçüde bol bol hareket ediyorum. En risksiz hareket, yürüyüş. Özellikle açık havada yürüyüş, bol oksijen alabileceğiniz bir ortamdaysanız ilaç etkisi yapıyor. Ayrıca hamile yogası ve hamile pilatesi de yapabilirsiniz. Hiçbir hareket yapamayacak durumdaysanız, sırt üstü yatmanız gerekiyorsa bile muhakkak esneme hareketleri yapın. Bacak kaslarınızın esnekliğini koruyun. Mümkünse alaturka tuvalete oturun. Sık sık çömelip kalkın. Çömelme hareketini Batılılar gibi değil, Doğulular gibi yapmanız önemli. Yani çömelirken tüm ayak tabanınız yere değmeli. Eğer tutunmadan yapamıyorsanız, duvara yaslanarak ya da bir sandalye arkalığından destek alarak çömelin. Sırtüstü yatarken ayaklarınızı, bileklerinizden ileri doğru uzatın, sonra da ayak parmaklarını bacağınıza doğru yani geriye doğru getirin (Pilateste "point and flex" diye tarif ediyorlar). Bu hareketi olabildiğince sık tekrarlayın. Yerden çorap, bez vb hafif bir materyal alacaksanız ayak parmaklarınızla almaya çalışın. Sağlığınız el veriyorsa ev işinizi kendiniz yapın. Doğum anına kadar vücudunuzun el verdiği en ağır işleri yapmaktan geri kalmayın.
  • Hamile kıyafetleri alın: İlk hamileliğimde hemen hiç kıyafet almamıştım, sonrasında pişman oldum. Vücudumun değişeceğini kabullenmemişim, doğumdan sonra eski halime döneceğim sanıyordum. Oysa 38 numara olan ayaklarım, hamileyken 40,5 oldu, doğumdan sonra 39 numarada kaldı. Bütün 38 numara ayakkabılarımı attım. 4 sene emzirdim kızımı, göğüslerim büyük kaldı. Doğumdan sonra eski kiloma dönmeme rağmen hem sütyen numaram değişti hem de gömleklerimin düğmesi kapanmaz oldu. Büyük boy sütyen ve yeni gömlekler almak zorunda kaldım. Doğumdan sonra karnım küçülecek sanmıştım, kilomdan bağımsız olarak karnım ilk 9 ay, 6 aylık hamileymişim gibi şiş kaldı. Ki normalde en kilolu halimde bile karnım olmazdı benim. Bütün pantolonlarımı değiştirmek zorunda kaldım. Ayrıca sezaryen yerim acıdığı için ilk 40 gün hamile pantolonu giymeye devam etim. Aynı durum külotlar için de geçerli elbette. Özetle, hamile kıyafetlerini doğumdan sonra da giyeceğinizi düşünüp, bol bol kıyafet alın, rahat rahat dolaşın.
  • Doktorunuza durumunuzu anlatın: Her ne kadar yorgunluk ve bulantı bu dönemde normal de olsa, belki anormal bir durumun habercisi de olabilir ya da doktorunuzun tecrübelerinden kaynaklanan önerileri olabilir. Durumunuzu doktorunuzla paylaşın.
 
5. Sabah bulantılarına ve reflüye karşı iyi beslenmeniz gerekiyor:
 
  • Sabah uyanır uyanmaz yemek için yatağınızın yanında mide bulantınıza iyi gelen bir şeyler bulundurun. Tost, bir parça ekmek, tuzlu galeta, beyaz leblebi, kefir vs.
  • Sık sık ama azar azar yiyin. 2-3 saatte bir, midenizi doldurmayacak kadar yiyin. Zaten vücudunuzu iyi dinliyorsanız, o da size bunu söyleyecektir.
  • Gece yemek yemekten çekinmeyin. Mide bulantısı ile uyandıysanız, sabahın üçü de olsa tostunuzu yiyin, gece yemek yenmez diyerek kendinizi engellemeyin.
  • Hazır, paketli gıda tüketmeyin. Bunların çoğu mide bulantınızı arttırır.
  • Şekerli gıda tüketmeyin. Hata mide yanmanız varsa şekerli meyve bile tüketmeyin. Dikkat edin, muz yedikten sonra bile mideniz yanmaya başlayacaktır.
  • Mide yanmasına benim çözümüm şu oldu ama herkeste işe yarar mı bilemem: Menengiç kahvesi. Bir cezve süte, 1 tatlı kaşığı menengiç atıp kaynatıyorum. Sonra ılımasını bekleyip içine bal ekliyorum. Sıcak sütlü, ballı menengiç kahvesi benim mideme iyi gelen tek şey oldu.

6. Kabızlığa karşı:
  • Çok su için. Mesela yanınızda bir şişe su bulundurun ve şişeyi bitirmeye çalışın.
  • Kefir için. Evde kendi yaptığınız kefiri içmek midenize de iyi gelebilir.
  • Lifli yiyecekler yemeye çalışın. Mesela sadece tost yiyorsanız bile tam buğday ekmeğinden yapın tostu.
  • Kuru kayısı ve kuru erik yiyin. Tam kurumamış yarı ıslak erikler var, onlar daha da çok işe yarıyor. Kuru meyveleri sabaha kadar suda bırakıp, sabah suyu içip meyveleri de yiyebilirsiniz. Ya da kompostosunu yapın. Özellikle yaz aylarında bitki çayı yerine meyve kompostosu daha iyi gidiyor.
  • Sebze ve yeşillik yemeyi arttırın. Tabii bunu söylemesi kolay, yapması zor. Normalde çok sağlıklı beslenen biri olmama rağmen her iki hamileliğimde de sabahtan akşama patates kızartması ve mayonez yeme isteği içerisindeydim. Nerede lüzumsuz bir şey görsem canım çekiyor :)
  • Hareket edin, bol bol yürüyüş yapın. Eğer bir yandan da çocuk bakıyorsanız, evde kullanabileceğiniz bir yürüyüş aleti işinize yarayabilir ya da çocuğunuzla beraber yürüyüşe çıkabilirsiniz
  • Alaturka tuvalete oturun. Alaturka tuvaletiniz yoksa, tuvalete oturduğunuzda ayaklarınızın altına yüksekçe bir tabure koyarak, dizlerinizin kalçanızdan daha yüksek olmasını sağlayın.
 

7. Bacak kramplarına, ayak kaşıntısına ve çatı kemiği ağrısına karşı:
 
Bacak kramplarına karşı doktorum magnezyum tabletleri önermişti, bende çok işe yaramıştı. Yine de kendi doktorunuza danışmadan kullanmayın.
 
Ayak kaşıntısına karşı da mısır nişastalı su ile yapılan ayak banyosu çok iyi gelmişti.

Çatı kemiği ağrısı da nedir diye düşünüyorsanız, muhtemelen başınıza gelmemiş demektir. Bu öyle bir ağrı ki, kemik ağrısı olduğundan, masaj vs hiçbir şekilde müdahale edilemiyor. Gebelikte karşılaşılan çatı kemiği ağrısı, pubik/pelvik ağrı diye de adlandırılıyor. Kontes'e hamileyken yatarken bacak arama yastık koyarak baş etmeye çalışıyordum bu ağrıyla. Bu hamileliğimde daha etkin bir çözüm buldum: Bağdaş kurmak. Koltukta otururken bağdaş kuruyorum, yazı yazacaksam müdür koltuğu denen geniş çalışma koltuğuna bağdaş kurarak oturuyorum, hatta yatarken bile sırt üstü yatıp bacaklarımı bağdaş kurar pozisyonda bağlıyorum. Misafirliğe gittiğimde ayıp olmasın diye izin alıp, tek dizimi kırıp, tek ayağımı altıma almak suretiyle yarım bağdaş pozisyonunda oturuyorum. Bu ağrının bende tek çözümü bağdaş kurmak oldu.

İşte ağrıyan yer tam olarak burası.
 
 
 
8. Hamileliğiniz süresince 4 kez ultrason girmeniz yeterlidir.
 
 
Hamilelik süresince bence en önemli olan annenin stressiz ve kötü düşüncelerden uzak bir dönem geçirmesidir. Kontes'e hamileyken her ay doktora gidip ultrasona giriyordum. Bu hamileliğimde bazı nedenlerden ötürü bir günde iki defa ultrasona girmem bile gerekti ama gerekmedikçe, sırf bebeğin boyunu posunu görmek için ultrasona girmedim, sırf laf olsun diye de doktora gitmedim.
 
Kontes'te doktor randevularını iple çekiyordum, sanki kızımla orada görüşüyormuşuz gibi geliyordu ve o kadar endişeliydim ki birinin bana sürekli her şey yolunda demesini istiyordum.
 
Oysa ikinci bebeğimde şunu fark ettim ki doktora gitmek ve ultrasona girmek başlı başına bir gerginlik ve endişe kaynağı. Sürekli kendini dinleyip, hastalık hastası olmak gibi. Mesela Kontes'e hamileyken ultrasondaki görüntüye bakarak parmaklarını saydığımı hatırlıyorum.
 
Oysa hamileliğimiz üzerinde bizim hiçbir etkimiz yok. Yapmamız gereken belirli bir kaç kontrol var. Onları yaptırdıktan sonra gerisi kaderimize kalıyor. Nasıl bir çocuk çıkacak, neyle karşılaşacağız bilemiyoruz. En iyisi sürecin keyfini çıkarmaya çalışmak, gerisi kader kısmet. Sürekli doktora gittiğimizde %10 ihtimalle olmayan bir sorun, varmış gibi görünebiliyormuş.
 
Ayrıca bebekle buluşmak için mutlaka onu görmek de gerekmiyor, hatta bebeği dinlemeyi engelleyebiliyor bile. Ultrasona girmiyorsanız aklınız hep bebeğinizde oluyor. Hangi seslere, hani tatlara tepki veriyor; günün hangi saati hareketli oluyor; hangi pozisyonda durmayı tercih ediyor; ne yaparsanız mutlu, ne yaparsanız rahatsız oluyor? Bunların hepsini ancak bebeğinizi dinleyerek fark edebilirsiniz. Kontes'le doğana kadar derin bir bağ kuramamıştım, bu bebeğimle henüz doğmadan sohbet de, kavga da ediyorum :)
 
  • Normal hamileliklerde 7, 12, 22 v 32. haftalarda; riskli gebeliklerde ise 7, 12, 22, 32 ve 38. haftalarda ultrasona girmek yeterliymiş.
  • İlk olarak 10. haftaya kadar ultrasona girmemiz gerekiyormuş ki kese ve kalp atışı görülsün. Böylece dış gebelik ya da boş kese gibi olumsuz durumlar tespit edilebiliyor. Aynı zamanda biden fazla kese varsa, çoğul gebelik de tespit edilmiş oluyor.
  • İkinci seferde 10-12. haftalarda ultrasona girip bebeğin gelişimi, eli ayağı normal mi, baş çevresi genişliğinde bir sorun var mı  diye bakılıyor. Down sendromu vs riski belirlenmeye çalışılıyor.
  • Üçüncü seferde 23-24 haftalıkken detaylı ultrasona sokuluyor. Doppler cihazı deniyor buna. Bebeğin iç organları inceleniyor. Kalbinde delik ya da böbreklerinde tıkanıklık varsa tespit edilip, gerekirse anne karnında müdahale edilebiliyor. Ayrıca bu haftalarda şeker yüklemesi de yapılıyor, eğer riskli bulunursanız bir önceki gidişinizde yani 12. haftalıkken de yaptırmanızı isteyebilir doktorunuz. Böylece hamilelik şekeri çıkarsa uygun diyetle ya da ilaçlarla müdahale edip sorun çıkmasını engellemeye çalışıyorlar.
  • Son olarak 32-34. haftalar arası plesantanın yerine, duruşuna bakılması gerekiyormuş.
Hamilelikte ve doğumda sorun yaşama ihtimaliniz çok az. Sorunlu bir hamilelik geçirseniz ya da bebekte bir sorun tespit edilse bile yapılabilecek çok az şey var. Tıbbın elinden çok da fazla bir şey gelmiyor. Bu nedenle kendinizi germeyin, arkanıza yaslanıp kendinizi akışına bırakın...
 
 
9. Hastane çantası hazırlayın:
 
Normal durumlarda, iki gün kalacaksınız hastanede. Minik bir seyahat çantası yeterli gelecektir.
 
  • Minik bir makyaj çantası: Diş fırçası, el aynası, makyaj yapmayı seviyorsanız makyaj malzemeleri ve makyaj çıkarıcı, tokalar, belki bir de nemlendirici koyabilirsiniz. Eğer normal doğum yapacaksanız bir saç bandı ve dudak nemlendiricisi de koyabilirsiniz. Bir de deodorant olarak karbonat koymayı unutmayın (http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/11/dogumdan-sonra-ter-kokusu-nasl-onlenir.html)
  • Terlik ve çorap: Eğer ayakkabı giyip çıkarmak ya da koridorlarda ameliyat/otel terlikleri ile dolaşmak istemiyorsanız, kolay giyilebilen rahat bir terlik ve rahat çoraplar koymayı unutmayın.
  • Gecelik veya pijama ve sabahlık: Doğumdan sonra da bir miktar kanamanız olacak, özellikle de sezaryen doğumda. Bu nedenle yanınızda 1-2 parça da yedek bulundurun. Gecelik, tuvalete gidip gelirken çok rahat oluyor. Pijama da içeri misafirler girip çıkarken rahat oluyor ama sezaryende de, normal doğumda da dikiş yerinizi rahatsız edebilir. Her koşulda üzerinize bir de sabahlık almak kendinizi daha rahat hissetmenizi sağlayacaktır.
  • İç çamaşırı: Hamile külotu ve emzirme sütyeni almayı da unutmayın. Emzirme atleti de başkalarının yanında emzirirken rahatlık sağlıyor.
  • Emzirme pedleri ve göğüs ucu kremi: Hem akan sütü emip kıyafetinizin ıslanmasını engellerler, hem de büyüyen göğüs uçlarınızı gizlerler. Ben kumaş ve geniş olanlarını tavsiye derim. Göğüs ucu kreminizi kullanmayı  ihmal etmeyin ki rahat rahat emzirebilesiniz.
  • Bebek kıyafeti: Yenidoğan bebek bezi, çıtçıtlı zıbın, üstüne giydirmek için uygun kıyafet ve bir de şapka. Hastanede yattığı süre içinde bir ayaklı tulum, bir de eve dönerken yolda giyeceği kıyafetler yeterli gelir.
  • Telefon şarjı: Telefonundan ayrılamayanlardansanız bir de şarj koyabilirsiniz. Yoksa bir süre telefonsuz geçirin ya da telefonunuzu eşinize yönlendirin.
  • Su matarası: Su içmek ya da içinde ıhlamur vb süt arttırıcı çay yapmak  için bir de küçük matara ya da ağzı kapaklı kırılmaz bir bardak eklerseniz, ihtiyacınız olursa kullanırsınız.
 
10. Cilt Bakımı (hamilelik çatlakları):
 
Karnınızı, belinizi, kalçanızı ve göğüslerinizi (göğüs uçlarınız da dahil) düzenli olarak yağlayın. Doğumdan sonra da buna deva edin. Hamileyken gerilen deri çatlayabileceği gibi, hamilelikten sonra birden boşalan deri aşağı sarkıp, sarkmanın etkisiyle gerilen noktalarda çatlamaya neden olabilir.
 
Son ay düzenli olarak göğüs ucu kremi kullanın. Hastane çantanıza da eklemeyi unutmayın. Emzirmek bazen acı verici olabiliyor ilk günlerde. Kontes'te hiç hazırlanmamıştım. İkinci doğumumda hazırlıksız yakalanmak istemiyorum.


Unuttuğum bir şey kaldı mı acaba?

11 Mart 2014 Salı

Okul Öncesi Çağındaki Çocuğa "Öldürmek" Nasıl Anlatılır?


DİKKAT: Bu yazı içeriğinde vejetaryenler ve hayvan hakları savunucuları için rahatsız edici olabilecek fotoğraflar barındırmaktadır!


Ben kitaplardan okuyarak öğrenen biriyim. Ancak sadece tek yönlü öğrenmenin hayatı eksik deneyimlemek demek olduğunu biraz geç anladım. Bu nedenle kızımı eğitirken kitaplardan daha çok gerçek hayatın kendisinden faydalanmaya çalışıyorum. Yani yaşayarak öğrenmesi için uğraşıyorum. Bu nedenle kızıma herhangi bir şeyi anlatmaktansa, kendisinin deneyimlemesini tercih ettim. 

Kızım da her çocuğun yaşadığı bir hayvan öldürme döneminden geçti. Kendimi, yağmur solucanlarının üzerine çıkıp tepinirken hatırlıyorum (2 yaşımdan sonrasını hatırlıyorum ben). Hayvanlar ölmezdi ya da ikiye bölünseler de hareket etmeye devam ederlerdi, çok şaşırırdım, ilgimi çekerdi. Kuzenlerimi de karıncaları ezerken hatırlıyorum. Hatta kimi insanlardan, çocukluklarında salyangozlara tuz döküp kurutarak veya makasla havada uçan sinekleri keserek öldürdüklerine dair hikayeler de dinledim. Kızım da karıncaları iki parmağı arasında ezip, sonra inceliyordu. Salyangozların kabuğuna parmaklarını sokup hayvanı yakalamaya çalışıyordu. İncelemesine müsaade ettim. "Aaaa ne yapıyorsun sen? Hayvanlar öldürülür mü? Pis o hem, sil çabuk ellerini" filan demedim. 3 yaş civarı ölü bir fare buldu, bulaşıcı hastalık kapmasından korkarak ellemesini istemedim ama incelemesine de engel olmadım. Eline bir dal parçası verdim. Kaskatı kesilmiş hayvanı itti, dürttü, sağa sola döndürdü, merakı tatmin olana kadar inceledi. Ölümü kötü, ölüyü iğrenç görmesini istemedim. Onaylamadığım bir şey yaptığında hep yaptığım gibi önce merakını gidermesini bekleyip, sonra da dikkatini başka bir konuya çekerek dağıttım her seferinde. Sonunda o dönem bitti. 

Bu arada evimizde 1986 doğumlu bir su kaplumbağamız ile 2004 doğumlu bir kedimiz var. 

Nilüfer, nam-ı diğer Niloş


 


Kontes, bahçeye çıkması için Kahya'ya yardımcı olurken :)

Babası da, ben de hayvanları sevdiğimizden, sokak hayvanlarını kendimiz de okşar severiz, kızımızın da okşamasını veya beslemesini de teşvik ederiz. Kızım hayvanlardan korkmaz, iğrenmez. Ben küçükken de balık beslerdim. "Balık çabuk ölüyor, dayanamıyorum, o nedenle beslemem" diyenler beni hep şaşırtıyorlardı. Dünyadaki her şey ölümlüyken, ölecek ve kaybedeceğim diye bir canlıyı sevmekten nasıl vazgeçebilir insan, anlayamazdım. Kızım da bizimle yaşayan, evimizin bir bireyi gibi olan hayvanlarımızın canlı olduklarının ve ölebileceklerinin farkında sanırım, bunu da normal karşılamasını istiyorum. Eğer bizden önce ölürlerse, onların ölümlerinden duyduğum üzüntüyü, yani yasımı kızımdan saklamayacağım; onlara yakışan bir defin merasimi düzenleyeceğim ve onları hala çok sevdiğimi ve özlediğimi de kızımla paylaşacağım.  

Ölümü anlatıp da öldürmekten uzak tutmaya çalışmak da bana gerçekçi gelmiyor. Neticede bir döngü içinde yaşıyoruz, vahşi hayvanlar otçullar, otçullar bitkileri öldürüyor. Ölümden korkmaması ve ölüden tiksinmemesi adına öldürmek fiili ile de barışık olması gerektiğini düşünüyorum. "Çiçekleri koparma ölür" demiyorum. Çiçekler çok güzeller, başımıza taç yapıldıklarında bizi mutlu ederler ve güzelliklerinin hakkını veririz. Evimize hemen her hafta çiçek alırız. Ya da eve aldığımız maydanoz ve dereotunu saksıya koyarız. Onlar da zaman içinde ölür ama ölene kadar hem evimizi renklendirirler hem de yemeklerimize lezzet katarlar. Maydanozu veya karidesi, güzel bir yemek yaparak değerlendirmek onların hayatlarını onurlandırmak demektir. Hem sağlıklı, hem de lezzetli yemekler bizi mutlu eder, güçlü kılar. Bitki veya hayvan formundaki bazı canlıların ölümü, bize hayat, sağlık ve mutluluk verir. Bu nedenle karidesin ölüsü de maydanozun ölüsü gibi iğrenç değildir, mutlulukla yaklaşılması gereken bir şeydir, içimizde iğrenme duygusu uyandırmamalıdır. Bütün bunlar da elbette benim düşüncem. Herkes çocuğunu kendi düşüncesine uygun yetiştirdiğine göre, esasında elinden başkası da gelmeyeceğine göre, benim kızım da benim düşünceme uygun yetişiyor elbette.

 
Hayvanları seviyorum ama aynı zamanda et de yiyorum. Bu nedenle iki yüzlü olmak istemiyorum. Kızıma cüce keçileri sevdirip, sonra da oğlak eti yedireceksem, o etin sevdiği hayvandan elde edildiğini bilmesi lazım diye düşünüyorum. Etin, hamburger olarak satılan bir nesne olduğunu düşünen şehirli çocuklarından olmasını istemiyorum. Kızımla at binmeye gittiğimiz bir gün, 4 yaşındayken, çiftlikte keçi kesiliyordu. Eğer ortamı hemen terk etmezsek, göstermemek için uğraşsam da fark edecek ve göstermek istemediğimizden yola çıkarak kötü bir şeyler olduğunu düşünecekti. Bu nedenle karışmadım. Babası "Etkilenmesin?" dedi ama ben işi oluruna bırakma taraftarıydım. Kendisi keçinin kesildiği bölgeye gitti, kesik keçi başını inceledi, hayvanın derisi çıkartılıp, karın boşluğu boşaltılırken de yanında durdu. Sonra bir süre de kendi kendine, evde oynadığı canlandırma oyunlarında keçi kesicilik oynadı ve benden de deriyi çıkartmak konusunda yardım istedi. Oğlak eti, bulunduğumuz bölgede sıkça yenen bir et, kızım da çok seviyor. Böylece o çok sevdiği etin nasıl elde edildiğini ve bir canlının hayatına mal olduğunu görmüş oldu, ne kadar anladı bilemiyorum elbette... Babası "Etkilenmesin?" demişti ama bizim kıza olan etkisi, akşam şehre inince beni elimden tuttuğu gibi kasaba götürüp "Anne kemikli et (pirzola) alabilir miyiz?" demek oldu. Kıyma yemiyor pek, eti de kemikli seviyor. Son araştırmalar da etin kemiğe yakın bölgelerinin daha faydalı olduğunu ortaya koyuyor. Bana rahatlık olsun diye çocuğu köfte yemesi için yönlendirmemişim iyi ki, kendi seçimi daha sağlıklıymış.


On parmağında on marifet olan Gaziantepli Ahmet Amca, oğlağı yüzerken...

Kızım oğlağın yüzülüşünü izlerken bir yandan da Eros'u seviyor.




Benim dedem Erzurum Pasinler Köy Enstitüsü mezunu bir ilkokul öğretmeni. Çocukları çok seven, kış günü kapısına kadar gelen tavşanları havuçla besleyen, son derece kibar bir insandır. Kurban Bayramı'nda etini kendisi keser, temizler. Avcıdır aynı zaman, tüfeğiyle dağa çıkar avlanır. Vurduklarını eve getirir, küçükleri anneannem temizlerdi, büyükleri kendisi temizler ve yerler. O nedenle birisi bana hain avcı hikayeleri anlattığında çok şaşırırım. Çünkü avcı benim için dedem demektir. Dedem doğayı çok seven, korumak için elinden geleni yapan, hayvanlara karşı çok merhametli, karınca sürüsü görünce yolunu değiştiren bir insandır. Ama et yer ve yediği eti de avlamayı sever. Ve ben dedemin vahşi olduğunu hiç düşünmedim ama doğru vahşiyiz. İnsanoğlunu hayvanlardan farklı bir sınıfa koymuyorum ben. Düşünebiliyor olabiliriz ama sonuçta etobur, vahşi ama evcilleştirilebilir, memeli hayvanlarız. Et yememeyi vicdanî nedenlerle tercih eden insanlar var. Hatta Hindistan gibi ülkelerde 3 nesil hiç et yemeden yaşamış insanlar da var. Ama insanların çoğu et yiyor ve işin acısı, yediği et ile bağlantısı koptuğundan, yediği sosisin fabrika üretimi olduğunu sanıyor, onun da bir canlı olduğunu düşünmeden yiyor. Mesela mangalda kanat yapıyor ama yediği her iki kanadın, bir kuşun canı olduğunu düşünmüyor. Eğer kuş yiyeceksen, o kuşun canlı halini bilmeli ve nasıl yenebilir hale dönüştüğünü de görmelisin ki ona göre tüketmelisin. Aşağıda kızım Ahmet Amca ile Zemzem Teyze'yi ördek, kaz ve hindi yolarken izliyor:



Hayvanları önce kaynar suya sokup çıkarıyorlar ki kanatlar kolay yolunsun. Ama kaz ve ördek suda yüzen hayvanlar olduklarından tüyleri suyu çekmiyor ve dolayısıyla çok zor yolunuyorlar.

Kontes dayanamadı, Zemzem Teyze'ye yardım etmek istedi...

En son ördeğin kesik kafasını eline alıp inceledi eni konu. Hiçbir tiksinme ve korkma emaresi göstermedi. Ayrıca eti çok sevdiği için "Ben büyüyünce kız kasap olacağım" diyor ve ara sıra kasaba gidip, kasabın etleri hazırlayışını izliyoruz. Kasabımız da artık kızımı tanıyor, bir gidişimizde bize böbrek hediye etti, biz de o böbrekle evde anatomi çalıştık (İbni Sina'nın, döneminde yasak olmasına rağmen kadavralar üzerinde çalışmış olduğunu biliyor muydunuz?):

İnsan vücudunu anlatan sesli anatomi oyuncağı ve ortadan ikiye bölünmüş hayvan böbreği.

En üstteki fotoğrafta görünen kitapta doğa ile bağlantısı kesilmiş olan şehirli çocuklarda görülen ve yazarın "doğa eksikliği sendromu" olarak bahsettiği etkilerden bahsediliyor. Çocukları nasıl tekrar doğaya döndürebileceğimize ilişkin fikirler öne sürüyor. Kendi hayatımdan örnek vermem gerekirse bizim ailede, anne tarafımdan doğadaki son çocuk anneannem oluyor. Anneannem soğuk bir dağ köyünde, çıplak ayak çobanlık yapan yetim bir kız çocuğu. Ekiyor, biçiyor, hayvan yetiştiriyor ve kendisini "özgür" hissediyor. Aç kalma korkusu yok, az da olsa babasından miras kalmış bir toprağı var. Kimse elinden alamaz onu. Orada sebze yetiştiriyor. Şehirde kalmak için direnen genç köylülerine hep "Kızım burada hapissiniz. Sinemaya mı, tiyatroya mı, konsere mi gidiyorsunuz? En fazla karşı apartmandaki komşuya çay içmeye gidebiliyorsunuz. Köye gelin. Dağ sizin, bayır sizin. İstediğiniz gibi gezer tozarsınız. Sağlıklı beslenirsiniz. Çocuklarınız araba korkusundan uzak, özgür olurlar." diyordu. Köyünde, kendi evinde öldü. Sevenleri gelene kadar, evinin bir odasında, karnının üstünde bir bıçakla bekledi. Kapısının önünde ateş yakıldı, ateşte su kaynatıldı ve onu sevenler tarafından son defa yıkandı. Cenazesi, kayınvalidesinin yanına, oğlu tarafından indirildi. Şehirde ölseydi, morga kaldırılacaktı. Defin gününe kadar orada bir buzdolabında bekletilecek, sonra bir morg görevlisi tarafından yıkanıp kefenlenecekti...

Sonra annem geliyor. 12 yaşına kadar küçük yerlerde yaşamış. Yabani menekşe tarlalarında aldığı kokuyu hala sayıklar, evinde onlarca menekşe saksısı var ama işte hiçbiri kokmuyor. Karadeniz'de tanıştığı, köylülerden aldıkları mısır ekmeğinin rengini kokusunu tarif etmeye çalışır. Fırından aldıklarımızın hiçbirini beğenmedi henüz. İlkokul 3'ten sonra okutulmamış bir annenin, hukuk mezunu kızı olarak şehri terk etmek istemiyor. Ama dağa bayıra çıktı mı içindeki minik keçi yavrusu harekete geçiyor, ileri derecede kemik erimesi olan o minicik kadın nasıl dik yokuşlara, dağlara bayırlara tırmanabiliyor hayret! Bu tırmanmanın bir tekniği olduğunu anlatıyor bana ama ben anlayamıyorum, çocukluğumdan kalma bir tırmanma tecrübem yok çünkü, düz yolda düşüyorum ben. Bu nedenle kızımı sürekli tırmanışa götürüyorum. Kapalı bir spor salonunda yapacağı bir spor etkinliğindense açık havada özgürce yapacağı tırmanışın hem fiziken, hem de ruhen daha sağlıklı olduğuna inanıyorum. İnsan vücudunun düz yolda yürümekten ziyade, engebeli arazide yürümek üzere dizayn edildiğini biliyor muydunuz?

Ve en son nesil olarak ben geliyorum. Sınırlı alanlarda, hareket kısıtlaması ile büyümüş bir çocuğum: Puset, ana kucağı, mama sandalyesi, araba koltuğu, kreş vb. Gerçi şimdiki kuşaktan biraz daha şanslıydım. Mama sandalyem yoktu, yerde oturabiliyordum. Gittiğim kreşin en azından gerçek topraktan bir bahçesi ve minik bir kum havuzu vardı. Günün büyük bölümünü kreşte ve evde dört duvar arasında geçiriyordum. Bu nedenle kas esnekliğim ve bedensel koordinasyonum zayıftır. Tembelliğimin de bundan kaynaklandığını sanıyorum. Geniş alanlarda büyüyen çocuklar daha çok hareket etmeye eğilimli oluyorlarmış doğal olarak. Ben az hareket ettiğinde "uslu" diye takdir edilen çocuklardandım.

Doğadaki Son Çocuk isimli kitapta çevreci siyaset yapanların yaklaşımlarının yanı sıra, doğanın içinde yaşayan insanların doğa ile ilişkisine de yer veriliyor. Ben özellikle bu bölümleri aktarmak istiyorum:

"New Mexico, Puerto de Luna'da yaşayan arkadaşım Nick Raven, önce bir marangoz ve sonra da New Mexico hapishanesinde bir öğretmen olmadan yıllar önce, uzun yıllar çiftçilik yapmıştı. Yıllarca birlikte balığa çıktığım Nick ve ben çok farklı insanlarız. Onu hep kendinden emin bir ondokuzuncu yüzyıl babası gibi düşünmüşümdür. Oysa ben, kendinden emin olmayan bir yirmi birinci yüzyıl babasıyım. Nick, balığın yakalanması ve sonra da yenmesi gerektiğine inanır; bense yakalanması ve sonra da çoğunlukla geri bırakılması gerektiğini düşünürüm. Nick yıkıcı şiddetin kaçınılmaz olduğuna ve bir babanın çocuklarına yaşamın ne kadar acımasız olduğunu göstererek öğretmesi gerektiğine inanır. Bense çocuklarıma karşı görevimin, onları dünyanın gaddarlığından elimden geldiğince korumak olduğuna inanırım.

Nick, çocukları henüz küçükken ve ailesiyle birlikte, toprak bir yolun sonunda yer alan, kerpiç evlerle ve kavaklarla dolu bir vadinin içindeki bir çiftlikte yaşarken bir gün, kızı eve döndüğünde, en sevdiği keçisini (bir ev hayvanı değil, onu gittiği her yerde izleyen bir keçi) ambarda, derisi soyulmuş, bağırsakları dışarı dökülmüş ve bacağından asılmış halde buldu. Nick'in ailesinin maddi durumunun parlak olmadığı ve yalnızca Nick'in kestiği ya da avladığı hayvanların etini yiyebildikleri bir dönemdi. Kızı için bu korkunç bir andı.

Nick pişman olmadığını söylemekte ısrarlı, ama o olaydan hâlâ söz ediyor. Ona göre kızı üzülmüştü ama yediği etin nereden geldiğini ve plastik folyo içinde doğmadığını artık biliyordu. yaşamının sonuna kadar da bilecekti. bu benim çocuklarım için isteyeceğim türden bir deneyim değildi, ama zaten benim farklı bir yaşamım olmuştu.

Yiyecek edinmenin vahşi yanına pek azımız özlem duyarız. Ancak şimdi birçok gencin hafızasında herhangi bir karşılaştırma yapmaya olanak verecek bir deneyim bile yok. Gençler arasında vejetaryen olan ve sağlıklı yiyecek mağazalarından beslenen çok sayıda kişi var, ama çok azı kendi yiyeceğini kendi elde ediyor; özellikle hayvansal besinler söz konusu olduğunda (Çiftlikte yaşayan bu aile kendi tavuklarını kendisi kesiyor, çoluk çocuk hepbirlikte: http://www.cultivatinghome.com/2008/10/how-to-butcher-chicken-easy-way.html). Kültürümüz yarım yüzyıldan daha kısa bir zaman dilimi içinde, küçük aile çiftliklerinin kırsal alana egemen olduğu (Nick'in yiyecek anlayışının baskın olduğu) bir dönemden, çoğunlukla banliyölerde yaşayan birçok aile için sebze bahçelerinin zaman geçirme aracı olmaktan öteye gidemediği bir geçiş dönemine (anneannem bu döneme tekabül ediyor sanırım), oradan da yiyeceklerin sıkıştırılarak paketlendiği, laboratuvarlarda üretildiği günümüze yolculuk yaptı. Gençler bir yönüyle, yedikleri şeylerin kaynağı hakkında daha fazla bilgiye sahipler. Hayvan hakları hareketi onlara, örneğin tavuk üretim çiftliklerinin koşullarıyla ilgili şeyler öğretti. Lise ve üniversite öğrencilerinin giderek artan oranlarda vejetaryenliği benimsemesi büyük olasılıkla rastlantı değil (ya da iddia edildiği gibi insanların gitgide daha vicdanlarını dinler hale gelmelerinden, medenileşmelerinden kaynaklanmıyor). Ancak gençlerin bu tür bilgilere sahip olmaları yiyeceklerinin kaynaklarıyla kişisel bir ilişkileri olduğu anlamına gelmiyor."

"Elbette, romantik yakınlaşmalar, örneğin hayvanlara dokunma olasılığı sunan bir tesiste yunuslarla birlikte yüzmek, bir tür olarak yalnızlığımızı kısmen giderebilir. Ancak doğa her zaman o kadar yumuşak ve sevimli değildir. Örneğin balık tutmak, avlanmak ya da Nick Raven'in sofraya et getirmek için yaptıkları pis işlerdir; kimileri için ahlakî olarak da pistirler. Ancak çocukları bu tür deneyimlerin bütün izlerinden mahrum bırakmak ne onlara ne de doğaya yarar getirir. (Zıpkınla balık avlayan bir kişi, Turkuazoo Akvaryumu'na gittiğinde nasıl davranmış, bir arkadaşı gözlemleyip anlatmış. İşte avcılık, sanılanın aksine insanı vicdansızlaştırmak yerine, hayvan ile insan arasında böylesine bir bağ kurulmasına yol açıyor: https://eksisozluk.com/entry/18947547) .

Amerikan Kızılderili Uluslarına Yönelik Irkçılığa Son Birliği'nin kurucusu Tuscon'lu Mike Two Horses şöyle diyor: 'hayvan hakları hareketine dahil olan gençlere baktığınızda büyük oranda şehirli, asi ama yine de ayrıcalıklı insanlar görürsünüz.' Kurduğu örgüt, Kuzeybatı'da yaşayan ve geleneksel olarak balina avcılığına bağımlı olan Makah kabilesi gibi yerli halkları destekliyor. 'Hayvan hakları koruyucusu gençler yalnızca ev hayvanlarını tanıyor' diyor. 'Bunlar dışında hayvanları yalnızca hayvanat bahçelerinde, akvaryumlarda ya da balina gözlem seferlerinde görüyorlar. Yiyeceklerin kaynaklarıyla bağlarını yitirmiş durumdalar; tükettikleri soya fasulyeleri ve diğer bitkisel proteinler için bile aynı şey söz konusu.'." (Kendisi gut hastalığı geçirdiği halde, izlediği belgeselde aslan tarafından öldürülen ceylanlar için ağlayan bir akrabam var. Bir blogda, kendisi vejetaryen olduğu için, kendi yemek artıklarıyla beslenen köpeğinin de vejetaryen olduğundan gururla bahseden bir yazı okumuştum. Bir başka blogda da olta ile balık tutan bir ayı resmi gösterip (ben o resimde, ayının olta kullanıyor olmasına takılmıştım mesela), nasıl olup da bir çocuk kitabında ölü hayvan resmi gösterilebildiğine sinirlenen bir babayı okumuştum. Herkes kendi anlayışına uygun yaşıyor elbette ve kimsenin kimseye hatalısın demeye hakkı yok (ki vicdani nedenlerle vejetaryen olanlar, et yemeye devam edenleri, katillikle itham ediyorlar kendilerince haklı olarak). Ama bana da bu tür tavırlar hatalıymış gibi geliyor işte... Bu da benim hayat görüşüm.)

Kızımı bu hayat görüşüme uygun şekilde yetiştirirsem doğaya da faydalı bir insan olacağını düşünüyorum. Ona sadece ölümü göstermiyorum aynı zamanda hayvanlarla iletişime geçmesine olanak sağlıyorum. Evimizde hayvan bakıyoruz, sokak hayvanlarına zaman ayırıyoruz, ata biniyoruz yani hayvanlarla kişisel ilişki kuruyoruz. Ayrıca veterinere gidiyoruz, onun izin verdiği kadar hasta hayvanları tedavi edişini izliyoruz. Sütümüzün, balımızın, yumurtamızı temin edildiği hayvanları tanıyoruz ve onlara teşekkür ediyoruz (http://sormabulmadunyasi.blogspot.com.tr/2014/01/ciftciniz-ve-sutcunuzle-tansyor-musunuz.html). Ayrı arada anlayabileceği şekilde kitabi bilgiler de veriyorum; çiçeklerin bize bal yapa arılar, renklerine aşık olduğumuz kelebekler ve diğer pek çok hayvanın evi ve gıdası olduğunu anlatıyorum mesela. Çocuğa "Onlar böceklerin evi, bu nedenle koparmamalıyız" dersem hem suçluluk duygusu uyandırırım, hem çiçeklerle iletişimini kesmiş olurum, hem de küçük yaşta aşırı bir sorumluluk duygusunu omuzlarına yüklemiş olurum gibi geliyor. Dünyada bunca büyük fabrika doğayı ve çiçekleri yok ederken, etrafımızda yeşillikler yok edilip yol ve bina yapılırken çocuğa "Aman sakın o çiçeği koparma" demek aşırı bir tepki sanki. Bunun yerine evde çiçek yetiştiriyoruz. Kızımın da kendisine ait bir çiçeği ve sulama kabı var. Kendi çiçeğinin hayatından kendisi mesul. Su vermeyi unutup da çiçeklerinin bazılarının sarardığını gördüğünde üzülüyor, sorumluluğunun farkına varıyor. Yaşı ilerledikçe ufak bir sebze ve çiçek bahçesi de yapak isterim kızımla birlikte. Ona diktiğim çiçeklerin nasıl arılar ve diğer böcekler için koridorla oluşturduklarını, arıların nasıl tozlaşmaya ve dolayısıyla bitkilerin üremelerine yardımı olduğunu göstererek anlatırım. Böylece ona "Çiçekler kopara" dememe gerek kalmadan, çiçekleri koparmaması gerektiği sonucuna kendiliğinden varabilir. Ama bu çıkarımı kendiliğinden yapabilecek olgunluğa gelene kadar bilinçsiz bir öldürme döneminden geçmesi zaten beklenir bir şey.

Evdeki çiçekler arasındaki tek pembe çiçeği seçti kendi çiçeği olarak :)

Sonbaharda tohumlarını toplayıp her fırsatta sağ sola ektiğimi akşam sefalarının çiçeklerini ezerek boyama yaparken.

 
 
"Paul Dayton, La Jolla'daki Scripps Okyanusbilim Ensitüsü'nde bir okyanusbilim profesörü. Bir deniz ekolojisti olarak dünya çapında bir üne sahip olan Dayton, 1960'lardan bu yana Antarktika'nın deniz dibi canlı toplulukları üzerine yaptığı ve alanında ufuklar açan ekoloji çalışmalarıyla tanınıyor. Amerikan Ekoloji Derneği Dayron'u ve çalışma arkadaşlarını prestijli Cooper Ekoloji Ödülü ile onurlandırdı. Bu ödül ilk kez bir okyanus sistemi araştırmasına, "ekolojik geçiş bölgeleri boyunca yaşanan bozulmalar karşısında canlı topluluklarının yaşamlarını sürdürmesiyle ilgili temel sorunlara" eğildiği için verildi. 2004'te, Amerikan Doğabilimcileri Derneği Dayton'a, E. O. Wilson Doğabilimci Ödülü'nü verdi.

Şimdi, yağmurlu bir günde ofisinde oturuyor, Scripps Rıhtımı'nın ardındaki karanlık ve soğuk Pasifik Okyanusu'nu seyrediyor. Odada bir teraryum, onun içinde de Carlos adında, Dayton'un fare ile beslediği dev bir kırkayak var. Dayton doğaya hayranlık ve saygıyla yaklaşıyor ama onu romantikleştirmiyor. Kar yağdığında yolları kapanan ağaç kesim kamplarında geçen çocukluğunda, babası avlanmadığı zaman ailesi aç kalıyordu. Kırlaşmaya başlamış saçları, bulaşıcı gülümsemesi ve soğuk rüzgârlarla sıcak güneşin parlattığı cildiyle sıkı ve atletik bir adam olan Dayton, kendini zaman zaman, uzun, zorlu bir kutup gecesinde uykuya dalıp hiçbir şeyin adlandırılmadığı, doğanın dükkânlarda satıldığı ve saf matematiğe ayrıştırıldığı bir yerde uyanmış gibi hissediyor olmalı.

Bugün çoğu bilimci meslek yaşamına çocukken böcekleri ve yılanları kovalayarak, örümcek toplayarak ve doğa karşısında hayranlık duyarak başlamıştır. Bu tür serbest etkinlikler hızla yok olurken geleceğin bilimcileri doğayı nasıl tanıyacak?"

"1978'de, Iowa Eyalet Üniversitesi'nde çevre araştırmaları profesörü olan Thomas Tanner, çevrecilerin kişiliklerinin oluşumunda rol oynamış olan etkenler üzerine bir çalışma gerçekleştirdi. Yaşamlarında, onları çevre eylemciliğine yöneltmiş olan şeylerin neler olduğunu araştırdı. Büyük çevre örgütlerinin çalışanlarına ve yerel şube başkanlarına yönelik bir anket düzenledi. Tanner, "En çok belirtilen etken, büyük farkla, çocuklukta doğal, kırsal ya da diğer görece bakir habitatlarda yaşanan deneyimlerdi. Ama her nedense, çevrecilerin çocuklarla doğa arasındaki yakın ilişkiden söz ettiğini pek duymazsınız" diyor. Bu kişilerin birçoğu çocukluklarında hemen her gün, serbest oyunlar ve keşif için doğal habitatlara erişebiliyordu.

O zamandan bu yana İngiltere, Almanya, İsviçre, Yunanistan, Slovenya, Avusturya, Kanada, El Salvador, Güney Afrika, Norveç ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan araştırmalar Tanner'in bulgularını onayladı ve genişletti. 2006'da, Cornell Üniversitesi'nde Nancy Wells ve Kristi Lekies adlı araştırmacılar, çevrecilerin çocukluk dönemlerinde etkilendikleri şeyleri araştırmanın ötesine geçerek, yaşları on sekiz ile doksan arasında değişen şehirli yetişkinlerden oluşan geniş bir örneklemi incelediler. Araştırmaları, yetişkinlerin çevreye olan ilgilerinin ve çevreyle ilişkili davranışlarının doğrudan doğruya, on bir yaşından önce ormanlarda kendi başlarına oynadıkları oyunlar, kır gezintileri, balık tutma ve avlanma gibi "yabanıl doğa etkinlikleri"ne katılmalarından kaynaklandığını gösterdi. Araştırma aynı zamanda doğada oynanan serbest oyunun, yetişkinlerce organize edilen zorunlu doğa etkinliklerinden çok daha etkili olduğunu gösterdi. 

Doğa korumacılarının ve doğabilimcilerinin çocuklukları, erken yaşta gelen ve daha sonraları doğrudan doğruya eylemciliğe yöneltilmiş olan esinlenme öyküleriyle doludur. Biyoseverlik hipotezinin babası E. O. Wilson, Naturalist (Doğabilimci) adını verdiği özyaşamöyküsünde bu olgudan söz etmiştir: "Çoğu çocuğun bir böcek dönemi vardır. Ben bundan hiç vazgeçmedim. Bir doğabilimcinin yetişmesinde önemli olan şey sistematik bilgiler değil, doğru zamana edinilen uygulamalı deneyimlerdir. Bir süre için eğitimsiz bir yabanıl olmak, adları ya da anatomik ayrıntıları bilmemek daha iyidir. yalnızca arayarak ve düşleyerek uzun uzun zaman geçirmek daha iyidir."

Doğa korumacılının devlet başkanlığı düzeyindeki koruyucusu Theodore Roosevelt'in Edmund Morris tarafından anlatılan ilk gençlik yılları, benzer bir başlangıcı örnekler:
Bir kitap çocuğu olan "Teddie" ormanda Kızılderili çadırları kurmanın, yabani ceviz ve elma toplamanın, saman balyalamanın ve hasat yapmanın ve uzun ve yapraklarla örtülü patikalar boyunca koşturmanın "büyüleyici zevkleri"nin farkına varmıştı. Doğa tarihi bilgisi bu erken çocukluk yıllarında bile olağanüstüydü. Kuşkusuz, bu bilgilerin büyük bölümünü kış aylarında okumakla ediniyordu. Ama bunları, yazları çevresindeki bitki ve hayvanları saatlerce gözlemleyerek tamamlıyordu.
Teddie'nin "acayip şeylere ve canlı varlıklara" olan ilgisi büyüklerinin başına dert oluyordu. Bir tramvayda Mrs. Hamilton Fish'le karşılaşınca dalgın bir şekilde şapkasını çıkarmış, içinden fırlayan çok sayıda kurbağa yolculara korku salmıştı. Bir oda hizmetçisinin protestosu sonucunda Teddie, Roosevelt Doğa Tarihi Müzesi'ni yatak odasından üst kattaki arka odaya taşımak zorunda kalmıştı. Çamaşırcı kadın, "Evyenin ayaklarına bağlanmış, ısırmaya çalışan bir kaplumbağa varken nasıl çamaşır yıkayabilirim?" diye şikayet ediyordu.

Yosemite Millî Parkı'nı o kaplumbağaya borçlu olabiliriz. Roosevelt gibi, yazar Wallace Stegner de çocukluk günlerini topladığı yaratıklarla doldurmuştu. Genellikle de bu yaratıkların iyiliğini düşünmezdi; zaman böyle bir zamandı. Finding the Place: A Migrant Childhood (Doğru Yeri Bulmak: Göçebe Bir Çocukluk) başlıklı denemesinde, çocukluğunun geçtiği, geniş kırların ortasındaki Saskatchewan kasabasını anlatır. Ev hayvanları (başka bir deyişle, evin geçici konukları) arasında oyuk baykuşları, saksağanlar ve bir kara ayaklı kokarca vardı. Çocukluğunun birçok gününü "buğday tarlamızda toplanan yer sincaplarını tuzakla yakalamak, silahla vurmak, kapana kıstırmak, zehirlemek ya da boğmak"la geçirdi. "Hiç kimse benden daha beyinsiz ve ahlaksız bir yıkıcılık gösteremezdi. Yine de orada sevgi vardı."

Çevreci kuruluşların öncelikli hedefi, izledikleri politikanın ve kültürel tutumların genç kuşakla doğa arasındaki ayrılığa ince bir şekilde katkıda bulunup bulunmadığını kendilerine sormak olmalıdır. Geleneksel olarak çocukları doğa ile buluşturan diğer kuruluşların da aynı soruyu sormaları gerekir.

Hayvanlara Etik Muamele İçin Mücadele Edenler Örgütü (PETA) eylemcileri Erkek İzciler'i balık avlama liyakat nişanlarını bırakmaya ikna etmek için bir kampanya başlattı.

Akılcı olmaktan çok duygusal nedenlerden dolayı ne ava çıkarım nede oğullarımı avlanmaya teşvik ederim. Başkalarının avlanıyor olması düşüncesi de oğullarımı dehşete düşürür. Avlanmakla balık tutmak arasındaki ahlaki ayrımın çok ince olduğunu kabul ediyorum, ama yine de balık tutmak lehine önyargılıyım. Balık tutmayı, çocukların ve yetişkinlerin, doğayı yalnızca gözlemlemenin ötesinde doğada bir şeyler yaşamasının yollarından biri olarak görüyorum.

Bugünün aileleri on, yirmi yıl önce pek kimsenin sormadığı sorularla; çocuklarının geleneksel avcılık-toplayıcılık yöntemlerini kullanarak doğayla etkileşime girmesiyle ilgili ahlaki meselelerle karşılaşırlar. Balık tutmak bazıları için tartışmalı bir konudur. Ancak diğer bazıları bunu, çocuklarını doğa koruma, diğer hayvanlarla ilişkilerimiz ve yaşam ve ölümle ilgili etik sorularla tanıştırmanın bir yolu olarak görüyorlar.

PETA 2000'de, balık tutmayı "hayvan haklarının son cephesi" ilan etti. Örgüt, balıkçılık karşıtı kampanyasında hedef kitle olarak özellikle çocukları seçti. Eylemciler okuldan çıkan çocuklara balık tutma karşıtı broşürler dağıttı; diğer bazıları, Brooklyn Çocuk Balıkçılar yarışmasında, çocukları katil olmakla suçlayan pankartlar taşıyarak bir protesto eylemi yaptı.

Evet, çocukların doğayı deneyimlemesinin alternatif yolları var. Ama doğayı seven insanlar, avcılığın ve balıkçılığın sona ermesini savunurken, bunlar kadar ya da bunlardan daha önemli seçenekler önermiyorlarsa, ne istedikleri konusunda dikkatli olmaları gerekir. Sonuçta, şehirlerin yayılmasının ve kirliliğin neden olduğu yıkımla karşılaştırıldığında, tüketici doğa sporlarının doğa üzerindeki etkisi çok cılız kalır. Avlanmayı ve balık tutmayı insan etkinlikleri arasından çıkarırsak, ormanların, kırların ve su havzalarının yıkımına karşı çalışmakta olan birçok seçmeni ve kuruluşu kaybederiz.

Giderek doğasızlaşmakta olan bir dünyada, balık tutmak ve avlanmak, gençler için doğanın gizemlerini ve ahlaki karmaşıklığını öğrenmenin en son yolu olarak kalmaya devam ediyor. Bunu hiçbir film aktaramaz. Evet, balık tutmak ve avlanmak kirli işlerdir ve ahlakî olarak da kirlidirler, ama doğa böyledir. Eğer doğal yaşam vitrinin ardında kalır, sadece mercekler ya da ekranlar aracılığıyla görülürse hiçbir çocuk doğayı gerçek anlamda tanıyamaz ve değer veremez."

"Robert F. Kennedy, Jr. New York şehrinin su havzasını korumak amacıyla kurulmuş ve Hudson Nehri'nin kirli mezarından geri çıkarılmasına katkı sağlamış bir kuruluş olan Riverkeeper için çalışan bir çevre avukatı olarak isim yapmıştır. En dikkate değer başarılarından biri, New York su havzası anlaşması olmuştur. Bu anlaşma için, şehrin suyunun temizliğini teminat altına almak üzere, çevreciler ve şehrin su tüketicileri adına müzakere etmiştir. Riverkeeper'ın dava avukatı, Su Koruma Birliği'nin başkanı ve Doğal Kaynaklar Savunma Kurulu'nun kıdemli avukatı Kennedy, Batı dünyasının her yerinde çevre konuları üzerine çalışmıştır. Boş zamanlarında beş küçük çocuğuyla Hudson Nehri'nde tüplü dalışa gitmeyi seviyor. "Eşli dalış" adı verilen şeyi yapıyor.

Kennedy çocuklarından biriyle birlikte nehir tabanına iniyor. Gözdeleri olan büyük bir kayanın yanında, akıntıdan korunarak oturuyorlar. Çocuğunu omuzlarından ya da belinin çevresinden tutuyor (çocuğun güvenliği için ve soluk alışverişini hissetmek için). Şnorkelin ağızlığını dönüşümlü olarak kullanacaklar. Aşağıda, o kayanın yanında, su altı bitkilerinin akıntıda dans eden yapraklarıyla sarmalanmış halde oturuyor, balıkların yanlarından geçişlerini izliyorlar: saldırgan levrek ve bıyıklı kedibalığı, akvaryumlardan getirilip bırakılmış tropikal balıklar (özellikle melek balığı ve bazen denizatları) ve hatta arada bir, canavarımsı, tarih öncesinden kalma ve endamlı, yerli mersin balığı. Kennedy için balıkların geçip gidişini izlemek, soyadının ona yüklediği baskılardan uzaklaşmanın bir yolu olduğu kadar, doğayı çocuklarımızla birlikte nasıl deneyimleyebileceğimizin de metaforik bir anlatımı.

Kennedy ile birlikte balığa çıkmıştım. Kennedy balık tutarken bana, "doğa çocuğu" olarak ilk deneyimlerini ve bunların kendi babalık tarzını nasıl şekillendirdiğini anlattı. "Çocukken bütün öğleden sonralarımı ormanda geçirirdim" dedi. "Semenderler, kerevitler, kurbağalar bulmayı severdim. Altı yaşımdayken odam akvaryumlarla doluydu, gerçekten de doluydu. Bugün de öyle. 1300 litrelik akvaryumumdan başka evimin her yerinde irili ufaklı akvaryumlar var". O ve çocukları Hudson Nehri'nden kedibalığı, yılanbalığı, karabalık türleri, mersinbalığı, çizgili levrek, sudak, benekli levrek, lüfer ve alabalık yakalıyorlar, bunları canlı halde eve getiriyorlar ve akvaryumlarında yaşatıyorlar.

Teknemiz denize doğru yol alırken Kennedy, çocukların doğayla yeniden buluşturulması hakkında tutukuyla konuşuyordu: "Bizler doğanın bir parçasıyız. Sonuçta yırtıcı hayvanlarız ve doğada bir rolümüz var. Kendimizi bu rolden ayırırsak tarihimizden ve bizi birbirimize bağlayan şeylerden de ayırmış oluruz. Dinlenmek için balık tutanların olmadığı, mevsimlerle ve gelgitlerle temasımızın kaybolduğu, bizi dizüstü bilgisayarlardan çok önceleri burada olan on binlerce insan kuşağına ve nihayetinde Tanrı'ya bağlayan şeylerle bağlarımızın koptuğu bir dünyada yaşamak istemiyoruz."

Doğaya Tanrı olarak tapmamak gerektiğini, ama doğanın Tanrı'nın birçoğumuzla en güçlü şekilde konuşma yolu olduğunu söyledi. "Tanrı bizimle birbirimiz aracılığıyla, kurumsal dinler, bilge kişiler, büyük kitaplar, müzik ve sanat aracılığıyla konuşur" ama hiçbir yerde "yaratımı olan doğada olduğu kadar incelikli ve güçlü ayrıntılarla, zarafetle ve sevinçe konuşmaz" dedi. "Ve bizim büyük doğal kaynakları yok etmemiz, akarsuların boylarına demiryolları yaparak onlara erişimi engellememiz (burada aklıma Karadeniz Sahil Yolu geldi), onları balık tutulamayacak hale gelinceye kadar kirletmemiz ("Son yıllarda Boğaz suyunda artan kirlilikle bağlantılı olarak Boğaz ekosisteminde görülen balık çeşitleri büyük ölçüde yok olmuştur. İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi'nin hazırladığı raporlara göre 70'li yılların sonlarında İstanbul Boğazı'nda yaşayan balık türü 60 iken, İstanbul Boğazı'nda yaşanan çevresel bozulma nedeniyle bu sayı günümüzde 20'ye kadar düşmüştür. İstanbul Boğazı'nda canlı çeşitliliği bakımından tehlike altında olan ve korunması gereken toplam 33 deniz bitkisi ve hayvanı bulunmaktadır." http://www.istanbultekneturlari.com/istanbul-bogazi/canli-cesitliligi ) ya da insanların suya açılmasını engelleyecek kadar çok kural koymamız, ahlakî olarak, yeryüzündeki son İncil'in elde kalmış son sayfalarını yırtmaya eşdeğerdir. Bu bedeli kendimize ödetmemiz akılsızlık olacaktır ve bunu çocuklarımıza yaşatmaya hakkımız yoktur."

Kabaran bir dalga kayığımızı yükseltti, martılar bizi izledi ve şehir arkamızda, bir pus içinde kaybolmaya başladı. "Çocuklarımızın burada, suyun üzerinde olması gerek" dedi Kennedy. "Bu bizi, insanlığı bir arada tutan şeydir, ortak varlığımızdır. İnternetten değil, okyanuslardan söz ediyorum."

9 Mart 2014 Pazar

Boğaz Ağrısı Doğal Yollardan Nasıl Geçirilir?

Solda: Bakteriyel; şişmiş küçük dil, beyazımsı noktalar (iltihap), kırmızı şişmiş bademcikler, boğaz kızarıklığı, gri tüylü dil (ayrıca farklı bir ağız kokusu). Sağda: Viral; kırmızı şişmiş bademcikler, boğaz kızarıklığı.

Kendimi bildim bileli, özellikleri kışları durup durup boğazım şişer, iltihaplanır. Eskiden antibiyotik kullanmadan iyileşemezdim ya da öyle olduğuna inanmıştım. Hamile kaldığımdan beri (5 senedir) ilaç kullanmıyorum. Ve her sene daha az hasta oluyorum.

En sık başıma gelen boğaz ağrısı ve bademcik iltihabı oluyor. Faranjit, laranjit ve tonsilit üçlüsünü artık kendi kendime teşhis edebilir durumdayım.

Kimyasal ilaç kullanmadığım gibi, doğal ilaç da kullanmak istemiyorum. Ama yutulmadan, dışarıdan yapılan müdahalelerden çekinmiyorum. Neler yapıyorum:

  1. Adaçayı çayı: Eğer bakteriyel bir durum varsa, bademciklerimde beyaz iltihapları görüyorsam ya da boğazım kıpkırmızı olup şişmişse hemen ılık adaçayı içiyorum.
  2. Tuzlu su gargarası: Tuzlu suyla gargara  yapıyorum. Aklıma her geldiğinde ya da boğazım her sızladığında gargarayı tekrarlıyorum. Tuzlu gargaranın aynı zamanda uyuşturucu bir etkisi var, boğaz ağrısını alıyor anında. Bir bardağa 4 yemek kaşığı tuz katıyorum aşağı yukarı.
  3. Tuzlu adaçayı gargarası: Ilıkken içine bol tuz katıp erittiğim adaçayı soğuduktan sonra, tuzlu adaçayı gargarası yapıyorum.  En etkili ilacım budur.
  4. Karanfil: Karanfilin de uyuşturucu etkisi var. Ağzıma bir karanfil atıp tutabildiğim kadar uzun tutuyorum. Yutkundukça boğazım uyuşuyor.
  5. Bal, limon (karanfil ve zencefil): Limonsulu bal, gıcık şeklindeki öksürüğü de yatıştırıyor. Limonun içindeki asit de bazı virüs ve bakterileri öldürüyormuş. Balın da antibakteriyel özelliği olduğu gibi aynı zamanda yutak mukozasına yapışıp, öksürürken vs incinmesini önlüyor. Bal yoksa, pekmez de aynı işlevi görür. Karanfil ve zencefil kaynatılıp çıkan suya bal ve limon da eklenip içilebilir.
  6.  Acı biber: Doğrudan yendiğinde ya da gargara yapıldığında acıyı alıyor ama boğazı da yakıyor biraz.
  7. Pirinç haşlama suyu: Pirinci haşlayıp çıkan su ile gargara yapılınca da boğaz rahatlıyor, yumuşuyor.
  8. Sıcak bitki çayları: Yatıştırıcı çaylar içiyorum. Ekinezya, papatya, kekik ya da ıhlamur gibi çayları içerken içine bal da katıyorum. Bir doktor sadece adaçayının tıbbi olarak etkisinin kanıtlandığını, diğer çayların etkisinin plasebo etkisi olabileceğini söylemiş, ama en azından hastayken bol su tükettirmesi açısından çayların olumlu etkisi olduğunu belirtmişti. Plasebo da olsa, bol su tükettiriyor da olsa hastayken bitki çayı içmeyi seviyorum.
  9. Elma sirkesi: Elma sirkesini hemen her gün içmeye çalışıyorum zaten. Bazı mikroplar, sirkenin yarattığı asetik ortamda barınamıyorlarmış. Hastalığı önlemek açısından da faydalı. Bir bardak ılık suyun içine bir tatlı kaşığı elma sirkesi, bir tatlı kaşığı da bal koyuyorum. Yalnız sirkemi kendim yapıyorum, marketten alınan hazır sirkelerin etkisine kefil olamayacağım.
  10. Elma sirkesi gargarası: Elma sirkesi ile yapılan gargara da boğazdaki bazı tür mikroları öldürebiliyormuş. Eşit oranda sıcak su ile elma sirkesini karıştırılıp gargara olarak kullanılabilir.
  11. Sarımsak: Midem hassas değildir, sarımsağı da çok severim. Özellikle bakteriyel bir durum varsa, yemekle birlikte bir oturuşta 1 baş sarımsağı yerim, en çok da ılık zeytinyağlı barbunya ile yemeyi severim (yazarken de canım çekti). Eğer yemek yiyemeyecek durumdaysam 2 baş sarımsağı ezip, allicin enzimi ortaya çıksın diye 10 dakika kadar bekletip, eğer kokusu biraz yok olsun istiyorsam zeytinyağı ekleyip, daha da yiyemeyecek gibiysem biraz da bal ve/veya limon karıştırıp, ekmeğin üzerine sürüp yerim. ("Allicin zararlı saldırılara karşı sarımsağın savunma mekanizmasıdır diyebiliriz. Sarımsak bitkisi taneleri dış kabuklar soyulduktan sonra herhangi bir fiziksel zarara ezmek kırmak bıçakla doğramak gibi maruz kaldığında, bir enzimatik reaksiyon ile Allicin üretir. Sarımsağın ana etken maddesi Alliğin çeşitli reaksiyonlarla ve oksijenle temasla ilk önce Allinaseye sonra ise allicine çevrilir. Allicin enziminin ömrü kısadır. Sarımsak iyice ezildikten sonra ortalama 4-10 dk arasında açığa çıkar ve 40 ila 60 dakika arasında tekrar allinaseye dönüşür." bkz.http://www.devazen.biz/2013/09/sarmsak-ve-allicin-nedir-nasl-kullnlr.html#ixzz2vT7ALqR6)
  12. Nane yağı: Burun açıcı olarak cold-mix kullandığımı yazmıştım (bkz. http://sormabulmadunyasi.blogspot.com.tr/2011/12/cold-mix-nedir-baby-x-cold.html). Nane ve onun aktif maddesi mentol anti-enflamatuar, antibakteriyel ve antiviral özellikler içerir, nefes almayı kolaylaştırır, sümüğü inceltir, balgam söktürücüdür, boğaz iltihabı ve kuru öksürük için de teskin edici ve yatıştırıcıdır; deniyor. Söyleyenlerin yalancısıyım :) Ama kokusu hasta insanı diriltiyor, orası kesin. Ayrıca tadı da çok güzel, çaya ya da sıcak suya eklenip içilebiliyor. Soğuk buhar makinesine de ekliyorum eğer nemsiz bir ortamdaysak.
  13. Yoğurt: Yoğurdun içindeki enzimler ve bakteriler hem boğazı rahatlatıyor hem de iyileşmesine yardımcı oluyormuş. İçine bal katılmış yoğurt da yemek yenmediği zamanlar enerji verir en azından.
  14. Zerdeçal: Ballı sıcak süt içmeyi severim. Bir bardak sıcak süte bir çay kaşığı zerdeçal de eklendiğinde boğaz ağrısına iyi geliyor. Mukusu arttırdığı için tavsiye etmeyenler de var sütü. Eğer öksürüğünüz varsa süt içmemek en iyisi sanırım.
  15. Kekik veya adaçayı (acı elma yağı) veya defne yağı: Bu yağları zeytinyağı veya badem yağı gibi taşıyıcı yağlarla hafifletmek gerekir özellikle çocuklar için. Ayak tabanına ya da doğrudan ağrıyan bölgeye sürülebilir, çocuklar açısından en iyisi ayak tabanına sürmektir. 
Kızım hastalandığında başka neler yaptığımı da şu yazımda yazmıştım: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com.tr/2013/01/ks-hastalklarnda-ilac-kullanmadan.html


Boğaz ağrısı grip gibi bir hastalığın belirtisi de olabilir ya da sadece kirli hava, nemsiz kuru hava, hava değişikliği gibi tahriş edici nedenlerden de kaynaklanabilir. Yukarıdaki doğal ilaçların hangisinin istediğiniz etkiyi sağlayacağı, boğaz ağrısının kaynaklandığı nedene göre değişiyor. Deneme yanılma metoduyla bulmak gerekiyor.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Instagram

Instagram

Twitt'le

Translate

İstatistiklerim


View My Stats