DİKKAT: Bu yazı içeriğinde vejetaryenler ve hayvan hakları savunucuları için rahatsız edici olabilecek fotoğraflar barındırmaktadır!
Ben kitaplardan okuyarak öğrenen biriyim. Ancak sadece tek yönlü öğrenmenin hayatı eksik deneyimlemek demek olduğunu biraz geç anladım. Bu nedenle kızımı eğitirken kitaplardan daha çok gerçek hayatın kendisinden faydalanmaya çalışıyorum. Yani yaşayarak öğrenmesi için uğraşıyorum. Bu nedenle
kızıma herhangi bir şeyi anlatmaktansa, kendisinin deneyimlemesini
tercih ettim.
Kızım da her çocuğun yaşadığı bir hayvan öldürme
döneminden geçti. Kendimi, yağmur solucanlarının üzerine çıkıp
tepinirken hatırlıyorum (2 yaşımdan sonrasını hatırlıyorum ben).
Hayvanlar ölmezdi ya da ikiye bölünseler de hareket etmeye devam
ederlerdi, çok şaşırırdım, ilgimi çekerdi. Kuzenlerimi de karıncaları
ezerken hatırlıyorum. Hatta kimi insanlardan, çocukluklarında salyangozlara tuz döküp
kurutarak veya makasla havada uçan sinekleri keserek öldürdüklerine dair hikayeler de dinledim. Kızım da
karıncaları iki parmağı arasında ezip, sonra inceliyordu. Salyangozların
kabuğuna parmaklarını sokup hayvanı yakalamaya çalışıyordu. İncelemesine
müsaade ettim. "Aaaa ne yapıyorsun sen? Hayvanlar öldürülür mü? Pis o
hem, sil çabuk ellerini" filan demedim. 3 yaş civarı ölü bir fare buldu,
bulaşıcı hastalık kapmasından korkarak ellemesini istemedim ama
incelemesine de engel olmadım. Eline bir dal parçası verdim. Kaskatı
kesilmiş hayvanı itti, dürttü, sağa sola döndürdü, merakı tatmin olana
kadar inceledi. Ölümü kötü, ölüyü iğrenç görmesini istemedim.
Onaylamadığım bir şey yaptığında hep yaptığım gibi önce merakını
gidermesini bekleyip, sonra da dikkatini başka bir konuya çekerek
dağıttım her seferinde. Sonunda o dönem bitti.
Bu arada evimizde 1986
doğumlu bir su kaplumbağamız ile 2004 doğumlu bir kedimiz var.
|
Nilüfer, nam-ı diğer Niloş |
|
Kontes, bahçeye çıkması için Kahya'ya yardımcı olurken :) |
Babası da,
ben de hayvanları sevdiğimizden, sokak hayvanlarını kendimiz de okşar
severiz, kızımızın da okşamasını veya beslemesini de teşvik ederiz. Kızım
hayvanlardan korkmaz, iğrenmez. Ben küçükken de balık beslerdim. "Balık
çabuk ölüyor, dayanamıyorum, o nedenle beslemem" diyenler beni hep
şaşırtıyorlardı. Dünyadaki her şey ölümlüyken, ölecek ve kaybedeceğim
diye bir canlıyı sevmekten nasıl vazgeçebilir insan, anlayamazdım. Kızım
da bizimle yaşayan, evimizin bir bireyi gibi olan hayvanlarımızın canlı
olduklarının ve ölebileceklerinin farkında sanırım, bunu da normal
karşılamasını istiyorum. Eğer bizden önce ölürlerse, onların
ölümlerinden duyduğum üzüntüyü, yani yasımı kızımdan saklamayacağım;
onlara yakışan bir defin merasimi düzenleyeceğim ve onları hala çok
sevdiğimi ve özlediğimi de kızımla paylaşacağım.
Ölümü anlatıp da öldürmekten uzak tutmaya çalışmak da bana gerçekçi gelmiyor. Neticede bir döngü içinde yaşıyoruz, vahşi hayvanlar otçullar, otçullar bitkileri öldürüyor. Ölümden korkmaması ve ölüden tiksinmemesi adına öldürmek fiili ile de barışık olması gerektiğini düşünüyorum.
"Çiçekleri koparma ölür" demiyorum. Çiçekler çok güzeller, başımıza taç
yapıldıklarında bizi mutlu ederler ve güzelliklerinin hakkını veririz.
Evimize hemen her hafta çiçek alırız. Ya da eve aldığımız maydanoz ve
dereotunu saksıya koyarız. Onlar da zaman içinde ölür ama ölene kadar
hem evimizi renklendirirler hem de yemeklerimize lezzet katarlar.
Maydanozu veya karidesi, güzel bir yemek yaparak değerlendirmek onların
hayatlarını onurlandırmak demektir. Hem sağlıklı, hem de lezzetli
yemekler bizi mutlu eder, güçlü kılar. Bitki veya hayvan formundaki bazı
canlıların ölümü, bize hayat, sağlık ve mutluluk verir. Bu nedenle
karidesin ölüsü de maydanozun ölüsü gibi iğrenç değildir, mutlulukla yaklaşılması gereken bir
şeydir, içimizde iğrenme duygusu uyandırmamalıdır. Bütün bunlar da
elbette benim düşüncem. Herkes çocuğunu kendi düşüncesine uygun
yetiştirdiğine göre, esasında elinden başkası da gelmeyeceğine göre,
benim kızım da benim düşünceme uygun yetişiyor elbette.
Hayvanları seviyorum ama aynı zamanda et de yiyorum. Bu nedenle iki yüzlü olmak istemiyorum. Kızıma cüce keçileri sevdirip, sonra da oğlak eti yedireceksem, o etin sevdiği hayvandan elde edildiğini bilmesi lazım diye düşünüyorum. Etin, hamburger olarak satılan bir nesne olduğunu düşünen şehirli çocuklarından olmasını istemiyorum. Kızımla at binmeye gittiğimiz bir gün, 4 yaşındayken, çiftlikte keçi kesiliyordu. Eğer ortamı hemen terk etmezsek, göstermemek için uğraşsam da fark edecek ve göstermek istemediğimizden yola çıkarak kötü bir şeyler olduğunu düşünecekti. Bu nedenle karışmadım. Babası "Etkilenmesin?" dedi ama ben işi oluruna bırakma taraftarıydım. Kendisi keçinin kesildiği bölgeye gitti, kesik keçi başını inceledi, hayvanın derisi çıkartılıp, karın boşluğu boşaltılırken de yanında durdu. Sonra bir süre de kendi kendine, evde oynadığı canlandırma oyunlarında keçi kesicilik oynadı ve benden de deriyi çıkartmak konusunda yardım istedi. Oğlak eti, bulunduğumuz bölgede sıkça yenen bir et, kızım da çok seviyor. Böylece o çok sevdiği etin nasıl elde edildiğini ve bir canlının hayatına mal olduğunu görmüş oldu, ne kadar anladı bilemiyorum elbette... Babası "Etkilenmesin?" demişti ama bizim kıza olan etkisi, akşam şehre inince beni elimden tuttuğu gibi kasaba götürüp "Anne kemikli et (pirzola) alabilir miyiz?" demek oldu. Kıyma yemiyor pek, eti de kemikli seviyor. Son araştırmalar da etin kemiğe yakın bölgelerinin daha faydalı olduğunu ortaya koyuyor. Bana rahatlık olsun diye çocuğu köfte yemesi için yönlendirmemişim iyi ki, kendi seçimi daha sağlıklıymış.
|
On parmağında on marifet olan Gaziantepli Ahmet Amca, oğlağı yüzerken... |
|
Kızım oğlağın yüzülüşünü izlerken bir yandan da Eros'u seviyor. |
Benim dedem Erzurum Pasinler Köy Enstitüsü mezunu bir ilkokul öğretmeni. Çocukları çok seven, kış günü kapısına kadar gelen tavşanları havuçla besleyen, son derece kibar bir insandır. Kurban Bayramı'nda etini kendisi keser, temizler. Avcıdır aynı zaman, tüfeğiyle dağa çıkar avlanır. Vurduklarını eve getirir, küçükleri anneannem temizlerdi, büyükleri kendisi temizler ve yerler. O nedenle birisi bana hain avcı hikayeleri anlattığında çok şaşırırım. Çünkü avcı benim için dedem demektir. Dedem doğayı çok seven, korumak için elinden geleni yapan, hayvanlara karşı çok merhametli, karınca sürüsü görünce yolunu değiştiren bir insandır. Ama et yer ve yediği eti de avlamayı sever. Ve ben dedemin vahşi olduğunu hiç düşünmedim ama doğru vahşiyiz. İnsanoğlunu hayvanlardan farklı bir sınıfa koymuyorum ben. Düşünebiliyor olabiliriz ama sonuçta etobur, vahşi ama evcilleştirilebilir, memeli hayvanlarız. Et yememeyi vicdanî nedenlerle tercih eden insanlar var. Hatta Hindistan gibi ülkelerde 3 nesil hiç et yemeden yaşamış insanlar da var. Ama insanların çoğu et yiyor ve işin acısı, yediği et ile bağlantısı koptuğundan, yediği sosisin fabrika üretimi olduğunu sanıyor, onun da bir canlı olduğunu düşünmeden yiyor. Mesela mangalda kanat yapıyor ama yediği her iki kanadın, bir kuşun canı olduğunu düşünmüyor. Eğer kuş yiyeceksen, o kuşun canlı halini bilmeli ve nasıl yenebilir hale dönüştüğünü de görmelisin ki ona göre tüketmelisin. Aşağıda kızım Ahmet Amca ile Zemzem Teyze'yi ördek, kaz ve hindi yolarken izliyor:
|
Hayvanları önce kaynar suya sokup çıkarıyorlar ki kanatlar kolay yolunsun. Ama kaz ve ördek suda yüzen hayvanlar olduklarından tüyleri suyu çekmiyor ve dolayısıyla çok zor yolunuyorlar. |
|
Kontes dayanamadı, Zemzem Teyze'ye yardım etmek istedi... |
En son ördeğin kesik kafasını eline alıp inceledi eni konu. Hiçbir tiksinme ve korkma emaresi göstermedi. Ayrıca eti çok sevdiği için "Ben büyüyünce kız kasap olacağım" diyor ve ara sıra kasaba gidip, kasabın etleri hazırlayışını izliyoruz. Kasabımız da artık kızımı tanıyor, bir gidişimizde bize böbrek hediye etti, biz de o böbrekle evde anatomi çalıştık (İbni Sina'nın, döneminde yasak olmasına rağmen kadavralar üzerinde çalışmış olduğunu biliyor muydunuz?):
|
İnsan vücudunu anlatan sesli anatomi oyuncağı ve ortadan ikiye bölünmüş hayvan böbreği. |
En üstteki fotoğrafta görünen kitapta doğa ile bağlantısı kesilmiş olan şehirli çocuklarda görülen ve yazarın "doğa eksikliği sendromu" olarak bahsettiği etkilerden bahsediliyor. Çocukları nasıl tekrar doğaya döndürebileceğimize ilişkin fikirler öne sürüyor. Kendi hayatımdan örnek vermem gerekirse bizim ailede, anne tarafımdan doğadaki son çocuk anneannem oluyor. Anneannem soğuk bir dağ köyünde, çıplak ayak çobanlık yapan yetim bir kız çocuğu. Ekiyor, biçiyor, hayvan yetiştiriyor ve kendisini "özgür" hissediyor. Aç kalma korkusu yok, az da olsa babasından miras kalmış bir toprağı var. Kimse elinden alamaz onu. Orada sebze yetiştiriyor. Şehirde kalmak için direnen genç köylülerine hep "Kızım burada hapissiniz. Sinemaya mı, tiyatroya mı, konsere mi gidiyorsunuz? En fazla karşı apartmandaki komşuya çay içmeye gidebiliyorsunuz. Köye gelin. Dağ sizin, bayır sizin. İstediğiniz gibi gezer tozarsınız. Sağlıklı beslenirsiniz. Çocuklarınız araba korkusundan uzak, özgür olurlar." diyordu. Köyünde, kendi evinde öldü. Sevenleri gelene kadar, evinin bir odasında, karnının üstünde bir bıçakla bekledi. Kapısının önünde ateş yakıldı, ateşte su kaynatıldı ve onu sevenler tarafından son defa yıkandı. Cenazesi, kayınvalidesinin yanına, oğlu tarafından indirildi. Şehirde ölseydi, morga kaldırılacaktı. Defin gününe kadar orada bir buzdolabında bekletilecek, sonra bir morg görevlisi tarafından yıkanıp kefenlenecekti...
Sonra annem geliyor. 12 yaşına kadar küçük yerlerde yaşamış. Yabani menekşe tarlalarında aldığı kokuyu hala sayıklar, evinde onlarca menekşe saksısı var ama işte hiçbiri kokmuyor. Karadeniz'de tanıştığı, köylülerden aldıkları mısır ekmeğinin rengini kokusunu tarif etmeye çalışır. Fırından aldıklarımızın hiçbirini beğenmedi henüz. İlkokul 3'ten sonra okutulmamış bir annenin, hukuk mezunu kızı olarak şehri terk etmek istemiyor. Ama dağa bayıra çıktı mı içindeki minik keçi yavrusu harekete geçiyor, ileri derecede kemik erimesi olan o minicik kadın nasıl dik yokuşlara, dağlara bayırlara tırmanabiliyor hayret! Bu tırmanmanın bir tekniği olduğunu anlatıyor bana ama ben anlayamıyorum, çocukluğumdan kalma bir tırmanma tecrübem yok çünkü, düz yolda düşüyorum ben. Bu nedenle kızımı sürekli tırmanışa götürüyorum. Kapalı bir spor salonunda yapacağı bir spor etkinliğindense açık havada özgürce yapacağı tırmanışın hem fiziken, hem de ruhen daha sağlıklı olduğuna inanıyorum. İnsan vücudunun düz yolda yürümekten ziyade, engebeli arazide yürümek üzere dizayn edildiğini biliyor muydunuz?
Ve en son nesil olarak ben geliyorum. Sınırlı alanlarda, hareket kısıtlaması ile büyümüş bir çocuğum: Puset, ana kucağı, mama sandalyesi, araba koltuğu, kreş vb. Gerçi şimdiki kuşaktan biraz daha şanslıydım. Mama sandalyem yoktu, yerde oturabiliyordum. Gittiğim kreşin en azından gerçek topraktan bir bahçesi ve minik bir kum havuzu vardı. Günün büyük bölümünü kreşte ve evde dört duvar arasında geçiriyordum. Bu nedenle kas esnekliğim ve bedensel koordinasyonum zayıftır. Tembelliğimin de bundan kaynaklandığını sanıyorum. Geniş alanlarda büyüyen çocuklar daha çok hareket etmeye eğilimli oluyorlarmış doğal olarak. Ben az hareket ettiğinde "uslu" diye takdir edilen çocuklardandım.
Doğadaki Son Çocuk isimli kitapta çevreci siyaset yapanların yaklaşımlarının yanı sıra, doğanın içinde yaşayan insanların doğa ile ilişkisine de yer veriliyor. Ben özellikle bu bölümleri aktarmak istiyorum:
"New Mexico, Puerto de Luna'da yaşayan arkadaşım Nick Raven, önce bir marangoz ve sonra da New Mexico hapishanesinde bir öğretmen olmadan yıllar önce, uzun yıllar çiftçilik yapmıştı. Yıllarca birlikte balığa çıktığım Nick ve ben çok farklı insanlarız. Onu hep kendinden emin bir ondokuzuncu yüzyıl babası gibi düşünmüşümdür. Oysa ben, kendinden emin olmayan bir yirmi birinci yüzyıl babasıyım. Nick, balığın yakalanması ve sonra da yenmesi gerektiğine inanır; bense yakalanması ve sonra da çoğunlukla geri bırakılması gerektiğini düşünürüm. Nick yıkıcı şiddetin kaçınılmaz olduğuna ve bir babanın çocuklarına yaşamın ne kadar acımasız olduğunu göstererek öğretmesi gerektiğine inanır. Bense çocuklarıma karşı görevimin, onları dünyanın gaddarlığından elimden geldiğince korumak olduğuna inanırım.
Nick, çocukları henüz küçükken ve ailesiyle birlikte, toprak bir yolun sonunda yer alan, kerpiç evlerle ve kavaklarla dolu bir vadinin içindeki bir çiftlikte yaşarken bir gün, kızı eve döndüğünde, en sevdiği keçisini (bir ev hayvanı değil, onu gittiği her yerde izleyen bir keçi) ambarda, derisi soyulmuş, bağırsakları dışarı dökülmüş ve bacağından asılmış halde buldu. Nick'in ailesinin maddi durumunun parlak olmadığı ve yalnızca Nick'in kestiği ya da avladığı hayvanların etini yiyebildikleri bir dönemdi. Kızı için bu korkunç bir andı.
Nick pişman olmadığını söylemekte ısrarlı, ama o olaydan hâlâ söz ediyor. Ona göre kızı üzülmüştü ama yediği etin nereden geldiğini ve plastik folyo içinde doğmadığını artık biliyordu. yaşamının sonuna kadar da bilecekti. bu benim çocuklarım için isteyeceğim türden bir deneyim değildi, ama zaten benim farklı bir yaşamım olmuştu.
Yiyecek edinmenin vahşi yanına pek azımız özlem duyarız. Ancak şimdi birçok gencin hafızasında herhangi bir karşılaştırma yapmaya olanak verecek bir deneyim bile yok. Gençler arasında vejetaryen olan ve sağlıklı yiyecek mağazalarından beslenen çok sayıda kişi var, ama çok azı kendi yiyeceğini kendi elde ediyor; özellikle hayvansal besinler söz konusu olduğunda (
Çiftlikte yaşayan bu aile kendi tavuklarını kendisi kesiyor, çoluk çocuk hepbirlikte: http://www.cultivatinghome.com/2008/10/how-to-butcher-chicken-easy-way.html)
. Kültürümüz yarım yüzyıldan daha kısa bir zaman dilimi içinde, küçük aile çiftliklerinin kırsal alana egemen olduğu (Nick'in yiyecek anlayışının baskın olduğu) bir dönemden, çoğunlukla banliyölerde yaşayan birçok aile için sebze bahçelerinin zaman geçirme aracı olmaktan öteye gidemediği bir geçiş dönemine (
anneannem bu döneme tekabül ediyor sanırım)
, oradan da yiyeceklerin sıkıştırılarak paketlendiği, laboratuvarlarda üretildiği günümüze yolculuk yaptı. Gençler bir yönüyle, yedikleri şeylerin kaynağı hakkında daha fazla bilgiye sahipler. Hayvan hakları hareketi onlara, örneğin tavuk üretim çiftliklerinin koşullarıyla ilgili şeyler öğretti. Lise ve üniversite öğrencilerinin giderek artan oranlarda vejetaryenliği benimsemesi büyük olasılıkla rastlantı değil (
ya da iddia edildiği gibi insanların gitgide daha vicdanlarını dinler hale gelmelerinden, medenileşmelerinden kaynaklanmıyor)
. Ancak gençlerin bu tür bilgilere sahip olmaları yiyeceklerinin kaynaklarıyla kişisel bir ilişkileri olduğu anlamına gelmiyor."
"Elbette, romantik yakınlaşmalar, örneğin hayvanlara dokunma olasılığı sunan bir tesiste yunuslarla birlikte yüzmek, bir tür olarak yalnızlığımızı kısmen giderebilir. Ancak doğa her zaman o kadar yumuşak ve sevimli değildir. Örneğin balık tutmak, avlanmak ya da Nick Raven'in sofraya et getirmek için yaptıkları pis işlerdir; kimileri için ahlakî olarak da pistirler. Ancak çocukları bu tür deneyimlerin bütün izlerinden mahrum bırakmak ne onlara ne de doğaya yarar getirir. (
Zıpkınla balık avlayan bir kişi, Turkuazoo Akvaryumu'na gittiğinde nasıl davranmış, bir arkadaşı gözlemleyip anlatmış. İşte avcılık, sanılanın aksine insanı vicdansızlaştırmak yerine, hayvan ile insan arasında böylesine bir bağ kurulmasına yol açıyor: https://eksisozluk.com/entry/18947547)
.
Amerikan Kızılderili Uluslarına Yönelik Irkçılığa Son Birliği'nin kurucusu Tuscon'lu Mike Two Horses şöyle diyor: 'hayvan hakları hareketine dahil olan gençlere baktığınızda büyük oranda şehirli, asi ama yine de ayrıcalıklı insanlar görürsünüz.' Kurduğu örgüt, Kuzeybatı'da yaşayan ve geleneksel olarak balina avcılığına bağımlı olan Makah kabilesi gibi yerli halkları destekliyor. 'Hayvan hakları koruyucusu gençler yalnızca ev hayvanlarını tanıyor' diyor. 'Bunlar dışında hayvanları yalnızca hayvanat bahçelerinde, akvaryumlarda ya da balina gözlem seferlerinde görüyorlar. Yiyeceklerin kaynaklarıyla bağlarını yitirmiş durumdalar; tükettikleri soya fasulyeleri ve diğer bitkisel proteinler için bile aynı şey söz konusu.'." (Kendisi gut hastalığı geçirdiği halde, izlediği belgeselde aslan tarafından öldürülen ceylanlar için ağlayan bir akrabam var. Bir blogda, kendisi vejetaryen olduğu için, kendi yemek artıklarıyla beslenen köpeğinin de vejetaryen olduğundan gururla bahseden bir yazı okumuştum. Bir başka blogda da olta ile balık tutan bir ayı resmi gösterip (ben o resimde, ayının olta kullanıyor olmasına takılmıştım mesela), nasıl olup da bir çocuk kitabında ölü hayvan resmi gösterilebildiğine sinirlenen bir babayı okumuştum. Herkes kendi anlayışına uygun yaşıyor elbette ve kimsenin kimseye hatalısın demeye hakkı yok (ki vicdani nedenlerle vejetaryen olanlar, et yemeye devam edenleri, katillikle itham ediyorlar kendilerince haklı olarak). Ama bana da bu tür tavırlar hatalıymış gibi geliyor işte... Bu da benim hayat görüşüm.)
Kızımı bu hayat görüşüme uygun şekilde yetiştirirsem doğaya da faydalı bir insan olacağını düşünüyorum. Ona sadece ölümü göstermiyorum aynı zamanda hayvanlarla iletişime geçmesine olanak sağlıyorum. Evimizde hayvan bakıyoruz, sokak hayvanlarına zaman ayırıyoruz, ata biniyoruz yani hayvanlarla kişisel ilişki kuruyoruz. Ayrıca veterinere gidiyoruz, onun izin verdiği kadar hasta hayvanları tedavi edişini izliyoruz. Sütümüzün, balımızın, yumurtamızı temin edildiği hayvanları tanıyoruz ve onlara teşekkür ediyoruz (
http://sormabulmadunyasi.blogspot.com.tr/2014/01/ciftciniz-ve-sutcunuzle-tansyor-musunuz.html). Ayrı arada anlayabileceği şekilde kitabi bilgiler de veriyorum; çiçeklerin bize bal yapa arılar, renklerine aşık olduğumuz kelebekler ve diğer pek çok hayvanın evi ve gıdası olduğunu anlatıyorum mesela. Çocuğa "Onlar böceklerin evi, bu nedenle koparmamalıyız" dersem hem suçluluk duygusu uyandırırım, hem çiçeklerle iletişimini kesmiş olurum, hem de küçük yaşta aşırı bir sorumluluk duygusunu omuzlarına yüklemiş olurum gibi geliyor. Dünyada bunca büyük fabrika doğayı ve çiçekleri yok ederken, etrafımızda yeşillikler yok edilip yol ve bina yapılırken çocuğa "Aman sakın o çiçeği koparma" demek aşırı bir tepki sanki. Bunun yerine evde çiçek yetiştiriyoruz. Kızımın da kendisine ait bir çiçeği ve sulama kabı var. Kendi çiçeğinin hayatından kendisi mesul. Su vermeyi unutup da çiçeklerinin bazılarının sarardığını gördüğünde üzülüyor, sorumluluğunun farkına varıyor. Yaşı ilerledikçe ufak bir sebze ve çiçek bahçesi de yapak isterim kızımla birlikte. Ona diktiğim çiçeklerin nasıl arılar ve diğer böcekler için koridorla oluşturduklarını, arıların nasıl tozlaşmaya ve dolayısıyla bitkilerin üremelerine yardımı olduğunu göstererek anlatırım. Böylece ona "Çiçekler kopara" dememe gerek kalmadan, çiçekleri koparmaması gerektiği sonucuna kendiliğinden varabilir. Ama bu çıkarımı kendiliğinden yapabilecek olgunluğa gelene kadar bilinçsiz bir öldürme döneminden geçmesi zaten beklenir bir şey.
|
Evdeki çiçekler arasındaki tek pembe çiçeği seçti kendi çiçeği olarak :) |
|
Sonbaharda tohumlarını toplayıp her fırsatta sağ sola ektiğimi akşam sefalarının çiçeklerini ezerek boyama yaparken. |
"Paul Dayton, La Jolla'daki Scripps Okyanusbilim Ensitüsü'nde bir okyanusbilim profesörü. Bir deniz ekolojisti olarak dünya çapında bir üne sahip olan Dayton, 1960'lardan bu yana Antarktika'nın deniz dibi canlı toplulukları üzerine yaptığı ve alanında ufuklar açan ekoloji çalışmalarıyla tanınıyor. Amerikan Ekoloji Derneği Dayron'u ve çalışma arkadaşlarını prestijli Cooper Ekoloji Ödülü ile onurlandırdı. Bu ödül ilk kez bir okyanus sistemi araştırmasına, "ekolojik geçiş bölgeleri boyunca yaşanan bozulmalar karşısında canlı topluluklarının yaşamlarını sürdürmesiyle ilgili temel sorunlara" eğildiği için verildi. 2004'te, Amerikan Doğabilimcileri Derneği Dayton'a, E. O. Wilson Doğabilimci Ödülü'nü verdi.
Şimdi, yağmurlu bir günde ofisinde oturuyor, Scripps Rıhtımı'nın ardındaki karanlık ve soğuk Pasifik Okyanusu'nu seyrediyor. Odada bir teraryum, onun içinde de Carlos adında, Dayton'un fare ile beslediği dev bir kırkayak var. Dayton doğaya hayranlık ve saygıyla yaklaşıyor ama onu romantikleştirmiyor. Kar yağdığında yolları kapanan ağaç kesim kamplarında geçen çocukluğunda, babası avlanmadığı zaman ailesi aç kalıyordu. Kırlaşmaya başlamış saçları, bulaşıcı gülümsemesi ve soğuk rüzgârlarla sıcak güneşin parlattığı cildiyle sıkı ve atletik bir adam olan Dayton, kendini zaman zaman, uzun, zorlu bir kutup gecesinde uykuya dalıp hiçbir şeyin adlandırılmadığı, doğanın dükkânlarda satıldığı ve saf matematiğe ayrıştırıldığı bir yerde uyanmış gibi hissediyor olmalı.
Bugün çoğu bilimci meslek yaşamına çocukken böcekleri ve yılanları kovalayarak, örümcek toplayarak ve doğa karşısında hayranlık duyarak başlamıştır. Bu tür serbest etkinlikler hızla yok olurken geleceğin bilimcileri doğayı nasıl tanıyacak?"
"1978'de, Iowa Eyalet Üniversitesi'nde çevre araştırmaları profesörü olan Thomas Tanner, çevrecilerin kişiliklerinin oluşumunda rol oynamış olan etkenler üzerine bir çalışma gerçekleştirdi. Yaşamlarında, onları çevre eylemciliğine yöneltmiş olan şeylerin neler olduğunu araştırdı. Büyük çevre örgütlerinin çalışanlarına ve yerel şube başkanlarına yönelik bir anket düzenledi. Tanner, "En çok belirtilen etken, büyük farkla, çocuklukta doğal, kırsal ya da diğer görece bakir habitatlarda yaşanan deneyimlerdi. Ama her nedense, çevrecilerin çocuklarla doğa arasındaki yakın ilişkiden söz ettiğini pek duymazsınız" diyor. Bu kişilerin birçoğu çocukluklarında hemen her gün, serbest oyunlar ve keşif için doğal habitatlara erişebiliyordu.
O zamandan bu yana İngiltere, Almanya, İsviçre, Yunanistan, Slovenya, Avusturya, Kanada, El Salvador, Güney Afrika, Norveç ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan araştırmalar Tanner'in bulgularını onayladı ve genişletti. 2006'da, Cornell Üniversitesi'nde Nancy Wells ve Kristi Lekies adlı araştırmacılar, çevrecilerin çocukluk dönemlerinde etkilendikleri şeyleri araştırmanın ötesine geçerek, yaşları on sekiz ile doksan arasında değişen şehirli yetişkinlerden oluşan geniş bir örneklemi incelediler. Araştırmaları, yetişkinlerin çevreye olan ilgilerinin ve çevreyle ilişkili davranışlarının doğrudan doğruya, on bir yaşından önce ormanlarda kendi başlarına oynadıkları oyunlar, kır gezintileri, balık tutma ve avlanma gibi "yabanıl doğa etkinlikleri"ne katılmalarından kaynaklandığını gösterdi. Araştırma aynı zamanda doğada oynanan serbest oyunun, yetişkinlerce organize edilen zorunlu doğa etkinliklerinden çok daha etkili olduğunu gösterdi.
Doğa korumacılarının ve doğabilimcilerinin çocuklukları, erken yaşta gelen ve daha sonraları doğrudan doğruya eylemciliğe yöneltilmiş olan esinlenme öyküleriyle doludur. Biyoseverlik hipotezinin babası E. O. Wilson, Naturalist (Doğabilimci) adını verdiği özyaşamöyküsünde bu olgudan söz etmiştir: "Çoğu çocuğun bir böcek dönemi vardır. Ben bundan hiç vazgeçmedim. Bir doğabilimcinin yetişmesinde önemli olan şey sistematik bilgiler değil, doğru zamana edinilen uygulamalı deneyimlerdir. Bir süre için eğitimsiz bir yabanıl olmak, adları ya da anatomik ayrıntıları bilmemek daha iyidir. yalnızca arayarak ve düşleyerek uzun uzun zaman geçirmek daha iyidir."
Doğa korumacılının devlet başkanlığı düzeyindeki koruyucusu Theodore Roosevelt'in Edmund Morris tarafından anlatılan ilk gençlik yılları, benzer bir başlangıcı örnekler:
Bir kitap çocuğu olan "Teddie" ormanda Kızılderili çadırları kurmanın, yabani ceviz ve elma toplamanın, saman balyalamanın ve hasat yapmanın ve uzun ve yapraklarla örtülü patikalar boyunca koşturmanın "büyüleyici zevkleri"nin farkına varmıştı. Doğa tarihi bilgisi bu erken çocukluk yıllarında bile olağanüstüydü. Kuşkusuz, bu bilgilerin büyük bölümünü kış aylarında okumakla ediniyordu. Ama bunları, yazları çevresindeki bitki ve hayvanları saatlerce gözlemleyerek tamamlıyordu.
Teddie'nin "acayip şeylere ve canlı varlıklara" olan ilgisi büyüklerinin başına dert oluyordu. Bir tramvayda Mrs. Hamilton Fish'le karşılaşınca dalgın bir şekilde şapkasını çıkarmış, içinden fırlayan çok sayıda kurbağa yolculara korku salmıştı. Bir oda hizmetçisinin protestosu sonucunda Teddie, Roosevelt Doğa Tarihi Müzesi'ni yatak odasından üst kattaki arka odaya taşımak zorunda kalmıştı. Çamaşırcı kadın, "Evyenin ayaklarına bağlanmış, ısırmaya çalışan bir kaplumbağa varken nasıl çamaşır yıkayabilirim?" diye şikayet ediyordu.
Yosemite Millî Parkı'nı o kaplumbağaya borçlu olabiliriz. Roosevelt gibi, yazar Wallace Stegner de çocukluk günlerini topladığı yaratıklarla doldurmuştu. Genellikle de bu yaratıkların iyiliğini düşünmezdi; zaman böyle bir zamandı. Finding the Place: A Migrant Childhood (Doğru Yeri Bulmak: Göçebe Bir Çocukluk) başlıklı denemesinde, çocukluğunun geçtiği, geniş kırların ortasındaki Saskatchewan kasabasını anlatır. Ev hayvanları (başka bir deyişle, evin geçici konukları) arasında oyuk baykuşları, saksağanlar ve bir kara ayaklı kokarca vardı. Çocukluğunun birçok gününü "buğday tarlamızda toplanan yer sincaplarını tuzakla yakalamak, silahla vurmak, kapana kıstırmak, zehirlemek ya da boğmak"la geçirdi. "Hiç kimse benden daha beyinsiz ve ahlaksız bir yıkıcılık gösteremezdi. Yine de orada sevgi vardı."
Çevreci kuruluşların öncelikli hedefi, izledikleri politikanın ve kültürel tutumların genç kuşakla doğa arasındaki ayrılığa ince bir şekilde katkıda bulunup bulunmadığını kendilerine sormak olmalıdır. Geleneksel olarak çocukları doğa ile buluşturan diğer kuruluşların da aynı soruyu sormaları gerekir.
Hayvanlara Etik Muamele İçin Mücadele Edenler Örgütü (PETA) eylemcileri Erkek İzciler'i balık avlama liyakat nişanlarını bırakmaya ikna etmek için bir kampanya başlattı.
Akılcı olmaktan çok duygusal nedenlerden dolayı ne ava çıkarım nede oğullarımı avlanmaya teşvik ederim. Başkalarının avlanıyor olması düşüncesi de oğullarımı dehşete düşürür. Avlanmakla balık tutmak arasındaki ahlaki ayrımın çok ince olduğunu kabul ediyorum, ama yine de balık tutmak lehine önyargılıyım. Balık tutmayı, çocukların ve yetişkinlerin, doğayı yalnızca gözlemlemenin ötesinde doğada bir şeyler yaşamasının yollarından biri olarak görüyorum.
Bugünün aileleri on, yirmi yıl önce pek kimsenin sormadığı sorularla; çocuklarının geleneksel avcılık-toplayıcılık yöntemlerini kullanarak doğayla etkileşime girmesiyle ilgili ahlaki meselelerle karşılaşırlar. Balık tutmak bazıları için tartışmalı bir konudur. Ancak diğer bazıları bunu, çocuklarını doğa koruma, diğer hayvanlarla ilişkilerimiz ve yaşam ve ölümle ilgili etik sorularla tanıştırmanın bir yolu olarak görüyorlar.
PETA 2000'de, balık tutmayı "hayvan haklarının son cephesi" ilan etti. Örgüt, balıkçılık karşıtı kampanyasında hedef kitle olarak özellikle çocukları seçti. Eylemciler okuldan çıkan çocuklara balık tutma karşıtı broşürler dağıttı; diğer bazıları, Brooklyn Çocuk Balıkçılar yarışmasında, çocukları katil olmakla suçlayan pankartlar taşıyarak bir protesto eylemi yaptı.
Evet, çocukların doğayı deneyimlemesinin alternatif yolları var. Ama doğayı seven insanlar, avcılığın ve balıkçılığın sona ermesini savunurken, bunlar kadar ya da bunlardan daha önemli seçenekler önermiyorlarsa, ne istedikleri konusunda dikkatli olmaları gerekir. Sonuçta, şehirlerin yayılmasının ve kirliliğin neden olduğu yıkımla karşılaştırıldığında, tüketici doğa sporlarının doğa üzerindeki etkisi çok cılız kalır. Avlanmayı ve balık tutmayı insan etkinlikleri arasından çıkarırsak, ormanların, kırların ve su havzalarının yıkımına karşı çalışmakta olan birçok seçmeni ve kuruluşu kaybederiz.
Giderek doğasızlaşmakta olan bir dünyada, balık tutmak ve avlanmak, gençler için doğanın gizemlerini ve ahlaki karmaşıklığını öğrenmenin en son yolu olarak kalmaya devam ediyor. Bunu hiçbir film aktaramaz. Evet, balık tutmak ve avlanmak kirli işlerdir ve ahlakî olarak da kirlidirler, ama doğa böyledir. Eğer doğal yaşam vitrinin ardında kalır, sadece mercekler ya da ekranlar aracılığıyla görülürse hiçbir çocuk doğayı gerçek anlamda tanıyamaz ve değer veremez."
"Robert F. Kennedy, Jr. New York şehrinin su havzasını korumak amacıyla kurulmuş ve Hudson Nehri'nin kirli mezarından geri çıkarılmasına katkı sağlamış bir kuruluş olan Riverkeeper için çalışan bir çevre avukatı olarak isim yapmıştır. En dikkate değer başarılarından biri, New York su havzası anlaşması olmuştur. Bu anlaşma için, şehrin suyunun temizliğini teminat altına almak üzere, çevreciler ve şehrin su tüketicileri adına müzakere etmiştir. Riverkeeper'ın dava avukatı, Su Koruma Birliği'nin başkanı ve Doğal Kaynaklar Savunma Kurulu'nun kıdemli avukatı Kennedy, Batı dünyasının her yerinde çevre konuları üzerine çalışmıştır. Boş zamanlarında beş küçük çocuğuyla Hudson Nehri'nde tüplü dalışa gitmeyi seviyor. "Eşli dalış" adı verilen şeyi yapıyor.
Kennedy çocuklarından biriyle birlikte nehir tabanına iniyor. Gözdeleri olan büyük bir kayanın yanında, akıntıdan korunarak oturuyorlar. Çocuğunu omuzlarından ya da belinin çevresinden tutuyor (çocuğun güvenliği için ve soluk alışverişini hissetmek için). Şnorkelin ağızlığını dönüşümlü olarak kullanacaklar. Aşağıda, o kayanın yanında, su altı bitkilerinin akıntıda dans eden yapraklarıyla sarmalanmış halde oturuyor, balıkların yanlarından geçişlerini izliyorlar: saldırgan levrek ve bıyıklı kedibalığı, akvaryumlardan getirilip bırakılmış tropikal balıklar (özellikle melek balığı ve bazen denizatları) ve hatta arada bir, canavarımsı, tarih öncesinden kalma ve endamlı, yerli mersin balığı. Kennedy için balıkların geçip gidişini izlemek, soyadının ona yüklediği baskılardan uzaklaşmanın bir yolu olduğu kadar, doğayı çocuklarımızla birlikte nasıl deneyimleyebileceğimizin de metaforik bir anlatımı.
Kennedy ile birlikte balığa çıkmıştım. Kennedy balık tutarken bana, "doğa çocuğu" olarak ilk deneyimlerini ve bunların kendi babalık tarzını nasıl şekillendirdiğini anlattı. "Çocukken bütün öğleden sonralarımı ormanda geçirirdim" dedi. "Semenderler, kerevitler, kurbağalar bulmayı severdim. Altı yaşımdayken odam akvaryumlarla doluydu, gerçekten de doluydu. Bugün de öyle. 1300 litrelik akvaryumumdan başka evimin her yerinde irili ufaklı akvaryumlar var". O ve çocukları Hudson Nehri'nden kedibalığı, yılanbalığı, karabalık türleri, mersinbalığı, çizgili levrek, sudak, benekli levrek, lüfer ve alabalık yakalıyorlar, bunları canlı halde eve getiriyorlar ve akvaryumlarında yaşatıyorlar.
Teknemiz denize doğru yol alırken Kennedy, çocukların doğayla yeniden buluşturulması hakkında tutukuyla konuşuyordu: "Bizler doğanın bir parçasıyız. Sonuçta yırtıcı hayvanlarız ve doğada bir rolümüz var. Kendimizi bu rolden ayırırsak tarihimizden ve bizi birbirimize bağlayan şeylerden de ayırmış oluruz. Dinlenmek için balık tutanların olmadığı, mevsimlerle ve gelgitlerle temasımızın kaybolduğu, bizi dizüstü bilgisayarlardan çok önceleri burada olan on binlerce insan kuşağına ve nihayetinde Tanrı'ya bağlayan şeylerle bağlarımızın koptuğu bir dünyada yaşamak istemiyoruz."
Doğaya Tanrı olarak tapmamak gerektiğini, ama doğanın Tanrı'nın birçoğumuzla en güçlü şekilde konuşma yolu olduğunu söyledi. "Tanrı bizimle birbirimiz aracılığıyla, kurumsal dinler, bilge kişiler, büyük kitaplar, müzik ve sanat aracılığıyla konuşur" ama hiçbir yerde "yaratımı olan doğada olduğu kadar incelikli ve güçlü ayrıntılarla, zarafetle ve sevinçe konuşmaz" dedi. "Ve bizim büyük doğal kaynakları yok etmemiz, akarsuların boylarına demiryolları yaparak onlara erişimi engellememiz (
burada aklıma Karadeniz Sahil Yolu geldi)
, onları balık tutulamayacak hale gelinceye kadar kirletmemiz ("Son yıllarda Boğaz suyunda artan kirlilikle bağlantılı olarak Boğaz
ekosisteminde görülen balık çeşitleri büyük ölçüde yok olmuştur.
İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi'nin hazırladığı raporlara göre 70'li
yılların sonlarında İstanbul Boğazı'nda yaşayan balık türü 60 iken,
İstanbul Boğazı'nda yaşanan çevresel bozulma nedeniyle bu sayı günümüzde
20'ye kadar düşmüştür. İstanbul Boğazı'nda canlı çeşitliliği bakımından
tehlike altında olan ve korunması gereken toplam 33 deniz bitkisi ve
hayvanı bulunmaktadır." http://www.istanbultekneturlari.com/istanbul-bogazi/canli-cesitliligi )
ya da insanların suya açılmasını engelleyecek kadar çok kural koymamız, ahlakî olarak, yeryüzündeki son İncil'in elde kalmış son sayfalarını yırtmaya eşdeğerdir. Bu bedeli kendimize ödetmemiz akılsızlık olacaktır ve bunu çocuklarımıza yaşatmaya hakkımız yoktur."
Kabaran bir dalga kayığımızı yükseltti, martılar bizi izledi ve şehir arkamızda, bir pus içinde kaybolmaya başladı. "Çocuklarımızın burada, suyun üzerinde olması gerek" dedi Kennedy. "Bu bizi, insanlığı bir arada tutan şeydir, ortak varlığımızdır. İnternetten değil, okyanuslardan söz ediyorum."